KÜLTÜR DURAKLARI: MEMET FUAT - II
Ama kavas açmış kapıyı. Ne istiyorsunuz? diye sorunca anlatmışlar. Ancak konsolosluk tatilmiş. Ülkü Tamer, kavasa, "Ne yani ben şimdi Pele’nin ülkesini göremeyecek miyim,” diyor. Kavas şaşırınca bütün Brezilya milli takımını sayıyor, bunun üzerine kavas, konsolosa gidip, kapıda bir adam var, bizim Brezilya Milli takımını biliyor diyor. Robdöşambrlı konsolos onları içeri almış. "Siz bizim milli takımın oyuncularını biliyormuşsunuz,” diyerek çay, kahve ikram etmiş. Ülkü bütün futbolcuların adlarını saymış. Kaç yıllık vize almışlar bilmiyorum ama bu mesele hemen hallolmuş.
Ondan sonra Ülkü Tamer’in birçok konuda Memet Fuat’la ilişkileri devam ediyor, önerilerde bulunuyor. Memet Fuat, "Bu yayınevinde Oktay Rifat, Melih Cevdet, Behçet Necatigil, Cemal Süreya, Edip Cansever gibi beğendiğim şairlerin kitaplarını basacağım,” diyor. Ülkü Tamer’in de Virgülün Başından Geçenler diye basılmamış bir kitabı var ama önermeye cesaret edemiyor. Derken bir gün Memet Fuat senin kitabını da basalım diyor. Ülkü’nün başka dergilerde yayımlanan şiirleri çok hoşuna gidiyor. Ardından İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzü de basılıyor. Tabii Ülkü uçuyor sevincinden. Böylece bu şairler arasına Ülkü Tamer’i de katıyor. Şimdi neden sadece o şairleri seçiyor Memet Fuat? Çünkü bütün şairlerle başa çıkamayacağını biliyor, yani şairlerin ne kadar hissi, ne kadar sorun çıkaran insanlar olduğunu biliyor, hatta bir ara ben İlhan Berk’in de orada olmasını istiyordum. Ben dedi uğraşamam... Adam haklı. Şiire çok önem veren bir yayıncı olmasının yanı sıra mesela Kafka’nın Şato’sunu, Faulkner’ın Döşeğimde Ölürken’ini, Rilke’nin Malte Laurids Brigge’nin Notları gibi çok değerli kitapları basan bir yayınevi oldu.
Tabii hemen bir vebalı gibi birtakım saldırılara uğruyordu. Yani bu kitaplar niye basılıyor? Nâzım Hikmet’in oğlu daha sosyalist, daha zor, daha politik kitaplar basmıyor gibilerden... İşte birtakım insanlar burjuvazinin kalesi filan diye suçlamalarda bulundular Memet Fuat’a. Fakat o bütün bunları büyük bir tevekkülle dinliyor ve gülümsüyordu. Yani bunları çok olağan karşılıyordu. Çünkü insanlığın ne hâle geldiğini biliyordu. Ve daha sonra ne hâle geldiğini Çağdaşımız Makyavel’de de çok daha ayrıntılı olarak açıklayacaktı. Ama yılmadan bu kitapları yayımlamaya başladı ve bu kitapların yayımlanmasıyla da de Yayınevi bir buluşma yeri haline geldi. Bütün o büyük ustaların, büyük şairlerin birkaçıyla oraya gittiğimiz zaman mutlaka rastlaşıyorduk. Edebiyat Fakültesi’nde işim bittiğinde eve giderken muhakkak uğruyordum. Vilayet Han’daki de Yayınevi’nin unutulmaz bir değeri vardı. Gayet mütevazı bir oda, o odada tahtadan raflar, bir çıkma masa, ona yardımcı bir kişi... Gelenlerle konuşuyor, ilgileniyor, neler yaptığını soruyor. Edip Cansever’e rastlıyorsunuz, Cemal Süreya’ya rastlıyorsunuz. İnanılmaz bir güzellik. O insanlarla tanışmak, dost olmak, orada sohbet etmek müthiş bir şeydi.
Sonra Yeni Dergi çıkmaya başladı. Bu dergi ilginç deneme yazıları, eleştiriler ve çeviriler derken özel sayılar yapmaya başladı. Bakıyorsunuz Lorca özel sayısı, intihar özel sayısı, yeni roman özel sayısı, özgür düşünce özel sayısı, yahut Kafka özel sayısı... Yani böyle birtakım edebiyat dünyasının o günlerde gündemde olan sorunlarını, konularını ele alan özel sayılar çıkarmaya başladı. Tabii bu Yeni Dergi’nin bir taraftan ilgiyle izlenirken, bir taraftan da gene saldırgan eleştirilere maruz kalmasına yol açtı. Bu dergi ne biçim dergi! Türkiye’de ne gereği var, gibi. Herkes politikayla uğraşırken, sosyalizmin savunuculuğunu yaparken, neden böyle şeyler yayımlıyor diye sürekli eleştirilere maruz kalıyordu Memet Fuat. Ama bakıyorsunuz 27 Mayıs Anayasasıyla daha özgürlükçü bir ortamda Nâzım Hikmet’le ilgili yayınlar da başladı Yeni Dergi’de yavaş yavaş. Nâzım Hikmet’in kitaplarını da yayımlamaya başladı. Mesela Saat 21-22 Şiirleri, Memleketimden İnsan Manzaraları o zamana kadar çıkmamıştı. Bu yüzden bir taraftan saldırılara uğruyor bir taraftan da tabii büyük destek gördü. Gerçek solcularsa Memet Fuat’ın sanıldığı gibi sosyalizm karşıtı bir insan olmadığını biliyorlardı. Ama gene de Memet Fuat piyasa için çalışan bir insan değildi. Bütün o seçkin beğenisine rağmen Memet Fuat kendini zengin edebilecek, ticari bakımdan rahat ettirebilecek bir yayınevi sahibi olamadı. Hatta 76’dan sonra yayınevini devretti.
O arada ilgilendiği konuları sürdürdü. Mesela tiyatroyla ilgilenen bir insandı. Bir tiyatro tarihi kitabı çıkardı. Amerikalı bir tiyatro tarihçisinin kitabından yararlanıp değiştirerek, geliştirerek, okurun daha iyi anlayabileceği bir hâle getirerek bir tiyatro tarihi çıkardı. Briç kitabı onun bir çeşit geçimini sağlayan bir yayın olarak sürekli satışını sürdürdü. Onun dışında Memet Fuat hiçbir zaman layık olduğu değeri, önemi sanki kazanamadı. Buna karşılık bir taraftan da birlikte yaşadığı insanlara yardımcı olmak için sporla ilgilenmeye başladı. Birlikte yaşamak diye bir sanattan söz edeceksek Memet Fuat insanların birlikte yaşayabileceği bir dünyaya inanıyordu. İnsanların birlikte, birbirlerini incitmeden, birbirlerine haksızlık etmeden, birbirlerine saygısızlık etmeden yaşayabilecekleri bir dünyaya inanıyordu. Ve bunun için gençlerin sağlığı ve onlar için yararlı olması bakımından sporla uğraşmalarının da onlara çok şey kazandıracağını, birlikte çalışma imkânı yaratacağını düşünerek Altınyurt Kulübü’nün kurulmasını sağladı. Burada gene hem yakın akrabası hem yakın arkadaşı olan Tuna Baltacıoğlu yardımcı oldu. Mahallede Altınyurt diye bir kulüp kurdular. Kulüp Baltacıoğlu ailesinin bağışladığı bir arsada bir lokal yaptırdı. Orada bir voleybol basketbol sahası yapıldı ve semtin gençlerinin spor yapmaları için olanaklar sağlandı. Daha önce Memet Fuat futbolla da ilgileniyordu. Hatta onun futbol merakı yüzünden birçok edebiyatçı arkadaşlar yani hem a dergisinden adlarını andığım arkadaşlar hem de Orhan Kemal bile orada futbol oynamaya giderlerdi. Hatta Orhan Kemal gol atamadığı için ona özel bir penaltı attırıp Orhan Kemal’in de gönlünü almışlar diye bir hikâye vardır. Fakat Memet Fuat’ın spor alanındaki asıl başarısı voleybol oldu. Voleybol Memet Fuat’ın bildiği bir konu değildi. Her şeyi kitaplardan öğreniyordu. Getirttiği kitapları okuyor, onlarla çocuklara voleybol öğretiyor, Altınyurt mahalle takımı önüne kim gelirse gelsin yenmeye başlıyor, bunun gizini çözemiyorlar bir türlü. Ve sonunda şu anlaşılıyor o sırada Uzak Asya’da Asya Voleybolu diye yeni bir oyun stili çıkmış. Memet Fuat’ın okuduğu kitaplar da o tarzı yansıttığı için Türkiye’de bilinmeyen yeni bir oyun tarzıyla mahalle takımı Türkiye’deki bütün takımları yenerek şampiyon oluyor. Bu da onun aslında kitaplarla ne kadar başarılı olduğunun bir başka örneği.
Edebiyata, eleştiriye dönecek olursak Memet Fuat’ın Uzak Asya voleybolunda öğrendiği bu yönteme benzer bir biçimde onun edebiyatla uğraşırken kendi kendine geliştirdiği, oluşturduğu edebiyat anlayışının da benimsenmesi sağlansaydı yani Türkiye’de yürürlükte olan genel eleştiri anlayışı yerine Memet Fuat’ın eleştiri anlayışını benimseyebilseydik belki edebiyat konusunda daha sağlıklı değerlendirmeler yapabilir, daha nesnel bir duruma gelebilirdik. O olmadı. Çünkü bu iş o kadar kolay değil galiba.
Memet Fuat’ın yazdıklarını okuduğumuz zaman şu gerçek ortaya çıkıyor. Memet Fuat tabii Nâzım Hikmet’ten çok şey öğreniyor. Edebiyatla ilgili, şiirle ilgili, hayatla ilgili çok şey ve bunları edebiyat değerlendirmelerinde de kullanıyor. Düşünceye Saygı kitabında yazdığı bütün denemelerinde ve eleştiri yazılarında neyi neden sevdiğini, neyi iyi neyi kötü, neyi güzel neyi çirkin bulduğu anlaşılabiliyor. Fakat bu o kadar kolay öğretilebilir şey değil. Öğretilebilir ama bakıyoruz ki tam tersi bir sonuçla da karşı karşıyayız. Çoğumuz ortaokullarda ve liselerdeki Türkçe öğretmenlerinden edebiyatı nasıl değerlendireceğimiz konusunda çok doğru şeyleri öğrenemedik belki. Tabii bu konuda genelleme yapmak o kadar doğru değil. Öğrenmiş olanlar vardır muhakkak. Çok iyi Türkçe öğretmenleri vardır ki birtakım başarılı yazarlar onlara çok şey borçludur. Edebiyatı sevmeleri, edebiyatta daha anlaşılır şeyler yazmaları onlar sayesinde olmuştur. Hatta bir gün bir panelde başarılı bir romancı arkadaşımız bayağı hakaretamiz sözler söyledi, "Siz Türkçe öğretmenleri doğru dürüst yapsaydınız işinizi” filan gibilerden. Ben de orada isyan ettim. Dedim ki, "Ne hakla böyle bir şey söylüyorsun. Bu öğretmenler arasında pekâlâ kendi işini severek yapan ve edebiyatı sevdiren insanlar da vardır, onları harcamana izin veremeyiz.” Bir kavga çıkmadı ama böyle bir bakış var. Hep rastlarız. Bizde roman yok, bizde şiir yok, bizde tiyatro yok, bizde eleştiri yok gibi genellemeler yapmamak gerektiğini hatırlatmak zorunda kalmıştım. Şimdi bakıyoruz Memet Fuat’ın eleştiri yazılarına. Bir kere önce şunu söylememiz gerekir: Ne Memet Fuat ne Piraye Hanım ne de Nâzım hiçbir zaman insanlara haksızlık etmemişlerdir, yani Nâzım’ın "Putları Yıkıyoruz” çıkışı başka fakat orada bile Abdülhak Hâmit Tarhan’dan özür dilemişti... Ama Memet Fuat da Piraye Hanım da hiçbir zaman hayatta hiçbir insana karşı bir haksızlık, bir kötülük, bir kırıcı söz söylememişler, herkesi hoş tutmayı başarmışlardır. Memet Fuat hiç kimseyi incitmeden onlar hakkında değerlendirmeler yapmıştır. Bunun kanıtı iki ciltlik Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi’nde görülebilir. Bakıyoruz işte, Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’den başlayıp Refik Durbaş’a kadar Türkiye’deki hemen hemen hakkında söz edilmesi gereken bütün şairlere yer verilmiştir. Kimsenin hakkı yenmemiştir, herkesin nasıl yetiştiğini, şiirlerinin ne düzeyde olduğunu en cömert, hiçbir zaman abartılmadan, çok ölçülü bir biçimde değerlendirmelerle bir araya getirilmiştir. Antoloji yapmak dünyanın en zor işlerinden biridir. Bir antoloji yapıyorsunuz ve o antolojiye alınması gereken herkesi alıyorsunuz. Çünkü birtakım eleştirmenler çok daha seçici olabiliyorlar.
Memet Fuat’a baktığımız zaman ise onun şairlerin kitaplarını basarken seçiciliği son derece isabetliydi. Birtakım insanlara ön yargıyla bakmıyor, yayımlıyordu ve o yayımladığı şairleri de sonuna kadar savunabilecek gerekçeler gösterebiliyordu. Adam Yayınevi maddi olarak çok imkânları olan bir yayıneviydi, iyi telif ücreti verebiliyor ve kitaplar çok düzgün basılabiliyordu. Memet Fuat editör olunca, ondan dolayı birçok büyük romancı geldi oraya. Büyük şairler de geldi. Adam’da aynı seçiciliği göstermedi. Daha doğrusu kötü bir şey basmadı ama daha hoşgörüyle yaklaştı. Hatta belki kimsenin düşünmeyeceği şeyleri bile bastı. Mesela Halim Şefik’in Otopsi kitabını bastı. Halim Şefik, Orhan Veli’nin arkadaşı ve çok ilginç bir şair. Onun kitabının basılması Fuat’ın editörlüğünün başarılı örneklerinden biri bence. Sabri Altınel’in şiir kitabı da Adam’dan çıktı. Saygı, sevgi ve gözetme, Adam Yayınevi sahibi, benim de İngiliz Filolojisinden öğrencim, Nazar Büyüm’de de vardı. Sabri Altınel onun Ermeni Lisesi’nde Türkçe öğretmeniydi. Bütün bunlar nedeniyle benim Kavafis çevirim de kitap olarak Adam’dan çıktı. Tabii bütün bunlar Memet Fuat’ın editörlüğünde basılan kitaplar. O titizliğinin yanı sıra birtakım yazarların keşfedilmesine de yardımcı oldu. Latife Tekin’i keşfedip yayımladı. küçük İskender’i de keşfetti diyebiliriz. O şiirden ve şairden anlayan, çok ileri görüşlü biriydi.
Eleştirisi konusunda kitaplarında çok önemli açıklamalar yapıyor. Herkes, "Eleştiri yok, eleştiri yok” diye ileri geri konuşup yakınırken, Memet Fuat eleştirinin yeterince gelişmemiş olmasını şöyle açıklıyor: Şiir bilinci ve şiir duyarlığı diye kavramlardan söz ediyor. Bu sadece şiirle ilgili değil, hayatla da ilgili bir şey. Bir bilinç eğitiminden geçmek, bir duyarlık eğitiminden geçmekten daha kolay gibi görünüyor. Herkes herkesi bilinçlendirmeye çalışıyor. Hepimiz tanığız bizleri yıllardır durmadan bilinçlendiriyorlar, neler düşünmemiz gerektiğini öğretiyorlar. Düşünsel eğitim duygusal eğitimden daha kolay, duygusal eğitimde sanat daha önemli. İnsanlar aç kalmak istemez. Homeros bile ne diyor, Akileus oğlunun cesedini almaya gelen Hektor’a önce ekmek yiyelim, karnımızı doyuralım, sonra ağlarız, diyor. Evet, aç kalmamalı insan ama sanat karın doyurmaz lafı da çok sağlıklı değil galiba. Son zamanlarda birtakım eleştirmenlerin birtakım metinlerine rastlıyoruz. Eleştiri daha çok gündemde. Biliyorsunuz üniversitelerdeki edebiyat fakültelerinin, özellikle yabancı edebiyat bölümlerinde kuram konusu çok ele alınıyor. Edebiyat teorisi diye bir şey çok moda. Aşağı yukarı 20, 30 yıldır belki 50 yıldır böyle bir moda var. Türkiye’ye gelmesi biraz daha sonra oldu ama şimdi bakıyoruz Derrida’dan, Lacan’dan, bir çok sofistike eleştirmenden söz etmeden eleştiri yazılmıyor. Memet Fuat’ta bu isimlere hiç rastlamadım ben. Bilmem bir Baudrilliard ya da Lacan filan gördünüz mü? Sanmıyorum. O herhangi bir metne yaklaşırken metnin ne anlatmak istediğine ve nasıl anlattığına bakardı. Tabii ne anlatmak istediği önemli ama biçim de önemli. Nasıl anlattığını da, neyi anlattığını da anlamaya çalışırdı. Bu oyunun kuralları tabii o kadar açık seçik değil. Nasıl anlatırsam başarılı olurum diye kimse bir şey öğretmiyor. Yani iyi metinler okursanız, o metinlerin neden iyi olduğu konusunda düşünürseniz, onu anlamaya çalışırsanız ve birtakım yazarların iyi oldukları konusunda başkalarının inandırıcı gerekçeleriyle değil de kendi gerekçelerinizle sizde bir bakış oluşmuşsa ya da yerleşmişse belki daha iyi anlaşılabilir. Bu konuda Ataç iyi bir öğretmendi. Hem denemelerinde hem eleştirilerinde neyin neden iyi olduğunu açıklayabilecek ipuçları bulunurdu ve o yüzden bazı şeylerin sanıldığı kadar iyi olmadığını, neden bayağı olduğunu, neden ucuz olduğunu hemen görebiliyordu. Memet Fuat’ın da böyle bir kaygısı olduğunu sanıyorum. Memet Fuat yazdıklarıyla Ataç’ın da dikkatini çekmiş, haber göndermiş, "Şu gün, şu saatta Yeditepe dergisine gelsin, kendisini tanımak istiyorum,” diye. Memet Fuat gitmiş dergiye, Ataç oturuyor. Memet Fuat’a bakmış ve "Kedileri sever misin?” demiş. Memet Fuat, "Hayır sevmem,” demiş. Bunun üzerine Ataç, "Ben kedileri sevmeyen insanlarla konuşmam, gidebilirsin,” diye karşılık vermiş.
Evet böyle kişisel ölçüler de olabiliyor. Ama tabii biz Memet Fuat’ı daha yakından tanıdığımız için Ataç gibi bir çılgınlık yapmamıştık ama onun da kedileri sevebilecek bir tarafı olduğunu biliyorduk. Şiir bilinci ve şiir duyarlılığı konusunda Memet Fuat özellikle duruyor. Eleştirmenlerin şiir duyarlılığı edinmesinin çok önemli olduğunu dile getiriyor. Mesela bir metni şiir yapan özelliklerine kabaca bakacak olursak, o metindeki sözlerin bir araya gelişinin bir müzikalitesinin olması, bir ezgiselliğinin olması denebilinir. Mesela bu durum bazen ritimle, ölçüyle, kafiyeyle sağlanabilse de, bir metnin çekici olabilmesi için o metnin resimsel özellikleri olması lazım, yani orada o metni yazanın bir ressam duyarlığıyla kelimeleri kullanıyor olması lazım, yani kullandığı kelimelerin renklerle o metnin anlamını zenginleştirip zenginleştiremediğine bakması lazım. Asıl zor olan da o metni yazan kişinin dilin cambazlıklarının farkında olması, dilin, kelimelerin ne gibi oyunlar yapılabileceğinin farkında olması lazım. Bu anlamda yapılan oyunlar bir zenginlik katabilir o metne, fakat bütün bunların hangi amaçla, neyi anlatmak için kullanıldığını da biliyorsa o şiir yazarı, yahut hikâye yazarı, yahut roman yazarı, o zaman o metnin değerlendirilmesi daha kolay olabiliyor. Bakıyoruz mesela Sait Faik’in bir hikâyesine çoğu zaman ne kadar şiirsel diyoruz. Yani istese Sait Faik şiir olarak da yazabilir bu metni. Ama şiir tekniğini kullanmadan o hikâyeyi öyle yazabiliyorsa orada demek ki bir araya getirdiği sözler, o sözlerin yarattığı duygu yoğunluğu, o metni daha anlamlı kılıyor. Bu yüzden Memet Fuat’ın özellikle en azından genç şairlerle, genç yazarlarla konuştuğu zaman böyle bir duyarlılık aşılamaya çalıştığını sanıyorum. Zaten böyle bir duyarlılığı Cemal Süreya’nın, Oktay Rifat’ın, Melih Cevdet’in, Behçet Necatigil’in, Ece Ayhan’ın, yani beğendiği şairlerin metinlerinde gördüğü için onları yayımlıyor. Nâzım’ın şiirinde bu özelliği gördüğü için onu çok önemsiyor. Nâzım’ın şiirlerinde daha önce kimsede duymadığı bir müzik zenginliği var, başka kimsede duymadığı bir anlam yoğunluğu var, yani "gerçekliğin ne kadar karmaşık olduğunu anlatabildiğini görüyorum,” diyor. Böyle bir eleştirel duyarlık Memet Fuat’ı kendi çağdaşları arasında öne çıkarıyor.
Bu yüzden Boğaziçi Üniversitesi’nde bir panel yapmıştık Memet Fuat üstüne, "Çağını Görebilen Yazar” konulu. Gördüğü çağ aslında korkunç. Sanki kıyametten sonra yaşadığımız bir dönemden, bataklığa dönmüş bu dünyadan söz ederken, böyle bir insan geçti. İşte Piraye’den söz ederken kendisinin söylediği gibi, "İyiliğin, doğruluğun, onurun, bağlılığın, özverinin simgesi bir insan.” Sanıyorum Memet Fuat da böyle bir insandı.
Böyle bir insanın nasıl olduğunu kanıtlayan yazılarının toplandığı kitaplarından biri de Çağdaşımız Makyevel adlı kitabıydı. 15. yüzyılda Floransa’da Mediciler döneminde iktidarda kalmak için her tür kötülük, her tür zulüm, amaca ulaşan her araç geçerlidir, mübahtır diye söz çıkıyor ortaya. Bu tabii o dönemde çok tutan bir söz. Çünkü hem ortaçağın sonunda, hem de Rönesans’taki bütün saray entrikalarla dolu, iktidar mücadelelerinde bir sürü kötülük yapan insanlar görüyoruz. Özellikle iktidara geçmek için birbiriyle savaşan insanlar, hem kilise hem de politikaya bulaşmış askeri komutanlar vesaire... Bu durum edebiyatta da bir Makyavel tipinin ortaya çıkmasına yol açıyor. Örneğin Shakespeare zamanındaki yazılan tragedyalarda bir Makyavel tipi var. Her zaman kötülük yapan kişiye Makyavel diyoruz. Çünkü o başarı elde etmek için, iktidarı elde tutmak için her türlü kötülüğü yapıyor. Günümüzde de benzer şeyler yaşanıyor, günümüzde de çok Makyeveller var. Hatta Makyevellerin yönettiği bir dünyada yaşadığımızı görüyor birçokları gibi Memet Fuat da. O yüzden Çağdaşımız Makyevel diye bir kitap yazıyor. Kitabın sonunda özet gibi bir bölüm var. Onu okuyarak sözlerimi bitirmek istiyorum:
"İnsanlığın bugün içinde bulunduğu durumun salt ekonomiden, siyasadan kaynaklandığını, ancak o konuların uzmanlarca saptanıp çözümlenebileceğini düşünmek büyük bir yanılgı olur. Sorunların kaynağında sayısız etkinin kesişme noktasındaki insan, birey olarak insan, toplumlar oluşturan insan var. Değer yargıları sarsılmış, çaresiz, tutunacak dal bulamayan, yok olmamak için çırpınan, başkalarının tepesine basarak yükselmeye, kurtulmaya çalışan, acı çektiren (acı çeken), öldüren (ölen), güvenilecek yanı kalmamış, ‘hasta’ insan...
Sanatçılardan başka kim gösterebilir bu çirkinliğe çirkinliğini. Yolunda yaşanmaya değer bir şeyler kalmışsa yeryüzünde, kim gösterebilir bunu, o ölümcül hastalıktan kurtulma umudunu yitirmemiş olanlara (varsa eğer) ya da anaokullarının daha hastalık bulaşmamış miniminilerine...
‘Beni bana gösteren aynamdı almışlar’
diyor Behçet Necatigil. Almakla kalsalar gene iyi, kırmış olmasınlar da...” (Çağdaşımız Makyavel, s. 385.)
Görüntülü olarak izlemek için:
https://www.youtube.com/watch?v=TQhMZJpbjl0&t=824s