KÜLTÜR DURAKLARI: MEMET FUAT - I

KÜLTÜR DURAKLARI: MEMET FUAT - I

25 Temmuz 2023 günü ASKEV’de (Bilginer - Melin Avyalık Sanat Kültür Eğitim Vakfı) yapılan konuşmanın bant çözümüdür.

 

Turgay Fişekçi:  Hoş  geldiniz. Bugün kültür tarihimizin ve kültür dünyamızın çok önemli kişiliklerinden biri olan Memet Fuat üstüne konuşacağız Cevat Abi’yle birlikte. Cevat Abi onu çok eski yıllardan bu yana tanıyor. O yüzden ben kısa bir giriş yapayım, onu nasıl tanıdığımı anlatayım. Çünkü Memet Abi’yi tanıdığım Yazko yıllarında, 1980’de Cevat Abi Amerika’daydı, aramızda değildi. Sonra 80’lerin ortalarında hepimiz Adam Yayınları’nda bir araya  geldik.

Yetişme yıllarımda Memet Fuat öncelikle bilincimde bir imge olarak yer etti. Çünkü şöyle bir efsane dolaşıyordu: Memet Fuat, Nâzım Hikmet'in oğluydu. Baktığınız zaman, gerçekten de ona çok benziyordu. Nâzım Hikmet gibi yapılı, boylu boslu, mavi gözlü, sarı kızıl saçlı. Hani hiç kimse diyemez ki bu Nâzım Hikmet'in oğlu olamaz. Ama gerçek öyle değil tabii. Piraye ile Nâzım Hikmet'in tanışmasından 4 yıl önce dünyaya gelmiş Memet Fuat. 

Sonra onu de Yayınevi’nde çıkardığı kitaplarla tanıyorduk. Nâzım Hikmet'in kendisine yazdığı mektuplar, o zaman Oğlum Canım Evladım Memed'im başlığıyla yayımlanmıştı sonra Piraye ile Nâzım  Hikmet'in ilişkilerini anlatan, Nâzım’ın mektuplarına dayanarak Nâzım ile Piraye kitabını hazırlamıştı. Bu kitaplardan çok etkilenmiştik elbette okur olarak.

1980 hem darbe hem de büyük bir ekonomik kriz yılı olması nedeniyle yayıncılık tarihimiz açısından da çok özel bir yıl. Çünkü yayıncılar kâğıt bulamıyor, inanılmaz bir döviz sıkıntısı var ülkede. Önemli yayınevlerinden biri olan May Yayınları’nın sahibi Mehmet Ali Yalçın, Sanayi Bakanı’nın odasında bakana yayıncıların kâğıt sorunlarını anlatırken kalp krizi geçirerek orada öldü. Bu kadar trajik durumlara varmış bir durumdu. 

Bu sırada uyanık ve zeki bir matbaacı ve yayıncı olan Mustafa Kemal Ağaoğlu yayıncılar yerine yazarlarla  doğrudan ilişki kurup, onların kitaplarını basacağı Yazko (Yazarlar ve Çevirmenler Yayın Üretim Kooperatifi) adlı bir kooperatif  kurmuştu 12 Eylül 80’den birkaç ay önce. Bunun da bir anlamı var. Çünkü  80’de bütün yayın organları, sivil toplum kuruluşları hepsi bir günde kapatıldı. Ben o zaman Sanat Emeği adlı bir dergide çalışıyordum. 13 Eylül sabahı dergiye gittiğimde kapının mühürlü olduğunu gördüm. Dergimiz Mustafa Kemal'in Ağaoğlu Matbaası’nda basılıyordu. Mustafa Kemal bir gün bana, "Biz bir dergi çıkaracağız. Yazko Edebiyat, başında da Memet Fuat olacak. Sen de onun yardımcısı ol, gel burada beraber çalışalım,” dedi. Ben de kabul ettim. Cağaloğlu Meydanı’nda Atasaray Han’ın ikinci katında 206 nolu küçük bir oda tuttu. Mehmet Abi’yle dergiyi çıkarmak için orada her gün buluşmaya başladık. Fakat Yazko’nun öyle bir yapısı vardı ki her görüşten, her anlayıştan edebiyatçılar üyeydi oraya. Çetin Altan’dan, Attilâ İlhan’a, Kemal Bilbaşar’dan Pınar Kür’e, Tomris Uyar’dan, Can Yücel’e... Aklınıza kim gelirse. Bu  kadar farklı yazarın bir arada olduğu Yazko’nun dergisinin başında ancak Memet Fuat gibi  herkesce kabul görmüş bir isim olursa bu iş yürüyebilir diye düşünmüşler ve Memet Fuat'a böyle bir öneri götürmüşler. O da kabul etmiş. Ama ondan önce Memet Fuat 4-5 yıldır aslında Cağaloğlu’na küsmüş. Çünkü 76 yılında bir gün vapurla karşıya geçerken vapurdaki genç insanların Nâzım Hikmet hakkında kötü sözler söylediğini duymuş ve o kadar sarsılmış ki artık Nâzım Hikmet için kötü sözler söylenebilen bir yayın ortamında ben çalışamam diye elini ayağını Cağaloğlu’ndan çekmiş. Yazko’yla beraber Memet Fuat yeniden Cağaloğlu’na dönmüş oldu. O dönemde gerçekten de o kadar farklı yazarı bir arada  tutabilmek çok zor bir şeydi ve Memet Fuat bunun  üstesinden başarıyla geldi. Onun belli kuralları vardı. Yazarları yaş sırasına göre yayımlıyordu söz gelimi. Böylelikle hani beni öne koymuş ötekini arkaya koymuş gibi tartışmalar olmuyordu. Fakat Yazko parladığı gibi kısa bir süre sonra da çeşitli iç çekişmelerle gerileme sürecine girdi. Parladığı dönemde büyük bir başarı kazandı. Bir kitap basılıyor, kitabın maliyetinin üzerinden sadece yüzde on kooperatif yönetim gideri alınıyordu ve bütün satış geliri yazara kalıyordu. Kitaplar da üzerindeki fiyatla satılıyor, dağıtıcıya verilmiyor, kendi satış kanalıyla dağıtıyordu. Gözlerimle gördüm: Can Yücel’in Şiir Alayı kitabı çıkmıştı. Bu kitaptan yüzde kırk telif almıştı ve kendisi bile böyle bir şeyin nasıl olabileceğine inanamamıştı.

Yazko zayıflarken o sırada Adam Yayınevi kuruldu ve Memet Fuat'a Adam Yayınevi’nde yerli yayınlar editörlüğü önerildi. Memet Fuat iki kurumda birden çalışmaya başladı. Fakat Yazko’da yönetim değişikliğiyle Erol Toy başkan olunca, oradan ayrılmak gerektiğini hissetti. Bundan sonra da sadece Adam Yayınları’nda çalışmaya devam etti. O arada ben askere gidip dönmüştüm. Memet Fuat Adam Sanat dergisi çıkacağı zaman beni aradı. "Burada yine birlikte çalışalım,” dedi. 1986 yılından itibaren de Cevat Abi ve Memet Fuat beraber 2002’deki ölümüne kadar 20 yıla yakın birlikte  çalıştık.

Memet Fuat'ın yayıncılığı aslında bir hizmet yayıncılığıydı. De Yayınevi’deyken ülkenin ihtiyacı olduğuna inandığı şeyleri çevirtmeye, onları yayımlamaya çalışan bir yayıncılık yaptı. Adam Yayınevi’nde daha büyük olanaklara sahip olunca bu sefer de değerli olduğuna inandığı, bir kez basılmış, bir daha basılmış kitaplar, Pertev Naili Boratav’ın, Niyazi Berkes’in, Nusret Hızır'ın,  İlhan Başgöz’ün kitapları, şairlerin ilk kez toplu yapıtları, Oktay Rifat’ın, Edip Cansever’in, İlhan Berk'in, Melih Cevdet'in... Büyük bir yayıncılık hizmeti oldu gerçekten. Bunlar için de o zamana dek hiçbir yerde ödenmeyen yüzde on beş gibi yüksek telif ödeniyordu yazarlara.

Ta ki 70 yaşını doldurduğunda hastalandı ve evde kullanılabilen bir solunum  makinesine bağlı yaşamaya başladı. Ondan sonra ancak kendi kitaplarını yazmaya başladı ve o altı yıllık kalan ömründe birikmiş bütün kitaplarını yayımladı. Bunların içinde gerçekten Gölgede Kalan Yıllar çok önemli bir anı kitabıdır. Çağdaşımız Makyavel çok önemli bir düşünce kitabıdır. 89’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, sonra da  Sovyetler Birliği’nin dağılmasından düşünce dünyası çok etkilenmişti Memet Fuat'ın. Hep şunu  düşünüyordu: İnsanoğlu sosyalizm gibi kendisi için çok yararlı bir düşünceyi nasıl yaşatamaz. Bu konuda çok düşündü ve yazdıklarını Çağdaşımız Makyavel kitabında topladı. Ulaştığı düşünce kabaca şuydu: İnsanın bilinç düzeyi sosyalist bir düzeni yaşatma düzeyine gelmemişti, kapitalizmin insanı çok bencilleştirdiği, bu kadar bencilleşmiş insan topluluklarının da toplumcu bir yaşam biçimine uyum sağlayamadığı yönündeydi. 

Sonra gene İlhan Berk'le tartışmalarından doğan Yaşlı Bir Şaire Mektuplar kitabını yazdı. Bu kitap da bence çok özel bir kitap. Rilke'nin Genç Bir Şaire Mektuplar kitabı şiir sanatı açısından ne kadar önemliyse Memet Fuat'ın Yaşlı Bir Şaire Mektuplar kitabı da o kadar önemli. Elbette yaptığı Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi de çok önemli. Bugün de hâlâ bir benzeri olmayan bir kitap, çağdaş şiirimizi tanımak, yorumlayabilmek için... Ama artık biliyorsunuz telif sorunları nedeniyle antolojiler basılamıyor. Ben kısaca burada keseyim isterseniz Cevat Abi bize çok daha güzel şeyler anlatacaktır eminim. Buyrun Cevat Abi. 

 

Cevat Çapan: Aslında Turgay her şeyi anlatabilir. Biliyor, çünkü Memet Fuat’la yaşadığı dönemde kendi hayatıyla ilgili bilgileri, gerçekleri cömertçe anlatmasından kaynaklanan bir zenginliği var. Çoğumuz Memet Fuat’ı tanıdığımız zaman, onun nasıl bir hayat yaşadığını, nereden nereye geldiğini merak ediyorduk ve fırsat buldukça da anlatmasını sağlıyorduk. Bu olayların en güzel anlatıldığı kitap da Gölgede Kalan Yıllar. 600 sayfalık bir kitap ve 1995’te şu sözlerle başlıyor. "Piraye öldü. Dün gece. Kaçta bilmiyorum. Bir iki kaşık süt içirmeye çalışıp başaramadığımızda saat yediyi biraz geçiyordu. Yan çevirip üstünü örttük. İki gündür gözlerini açmıyor, hiçbir şey yemek istemiyordu. Sürekli uykuda gibiydi. Dünyayla ilişkisini çoktan beri kesmişti.” Süt içirmeye çalışıyor 89 yaşında ölüm döşeğindeki annesine. Bu kadının kendisini 20 yaşında doğurduğunu ama Memet Fuat’ın öz babasını ancak 5 yaşında tanıdığını öğreniyoruz bu kitaptan. Yine nasıl bir aile olduğunu bu kitap çok zengin ayrıntıyla anlatıyor bize. Fakat bütün bu ayrıntılar içinde o kadar acıklı şeyler var ki o kadar iyi tanıdığımız Memet Fuat’ın nasıl buralara geldiğini görmek için tüm o ayrıntıları değerlendirmek ve bundan dersler çıkarmak mümkün. Çünkü gene aynı kitabın bir sonraki sayfasında, "21 Mart 1995 salı günü gece yarısına doğru, bataklığa dönmüş dünyamızdan, iyiliğin, dürüstlüğün, onurun, bağlılığın, özverinin, simgesi bir kadın ayrıldı.” diye yazıyor.

Bu kavramları düşünelim şimdi: İyilik, doğruluk, bağlılık, onur, özveri ve bunların simgesi bir insan yok oluyor. Bütün bu değerlerin bataklığa dönmüş bu dünyada ne anlamı, ne değeri var? Memet Fuat tabii annesini düşünerek söylüyor bu sözleri. Ama biz Memet Fuat’ı düşündüğümüz zaman aynı değerlerin Memet Fuat için de geçerli olduğunu içtenlikle söyleyebiliriz. Çünkü bizim tanıdığımız Memet Fuat, ortaokul, lise yıllarında Nâzım Hikmet’in adını duyduğumuz zamanlardan. Nâzım Hikmet o yıllarda hapisteydi ve kitapları yayımlanmıyordu. Yasaklanmış bir şairdi ama o yıllarda gene de bazı kitaplarda mesela Varlık’ın çıkardığı bir antolojide yahut Milli Eğitim Bakanlığı’nın bastığı bir kitapta Nâzım Hikmet diye bir şair olduğunu ve o şairin öbür şairlere benzemeyen güzellikte şiirleri olduğunu gördük. Derken Memet Fuat diye bir yazar Memleketimizde ve Dünyada Kitaplar diye bir dergi çıkarmaya başladı. Benim lise 3’te abone olduğum bu dergi, ki o yıllarda edebiyat merakıyla insan birtakım dergilere abone olabiliyordu, yani Varlık’a abone olmuştum, Yeditepe çıkmaya başlayınca Yeditepe’ye abone olmuştum. Memleketimizde ve Dünyada Kitaplar iki yapraklı, dört sayfalık bir dergiydi. Çok titizlikle basılıyordu. Üç kişi çıkarıyordu bu dergiyi. Memet Fuat, Tuna Baltacıoğlu ve Oktay Verel. Fakat bu güzel dergi, bize dünyadaki ve Türkiye’deki kitaplardan haber veren bu dergi bir yıl içinde kapandı. Yani bir yıllık abonelikle o macera bitti. O arada Memet Fuat’ın kendi olanaklarıyla Yaşadığımız diye bir küçük romanı çıktı. Lise 3’te bu kitapla ilgili bir ödev yazmıştım. Bu kitaptan sonra Memet Fuat’ın birtakım yazıları Yeditepe’de yayımlanmaya başladı ve oradan da adını duyuyordum.

Sonra liseyi bitirdim, İngiltere’ye gittim. Döndüğümde Edebiyat Fakültesi’nde asistan olduğum yıllarda Teoman Aktürel diye bir arkadaşımız vardı. Adnan Bey (Benk) ona, "yedi evin kedisi” derdi. Herkesi tanırdı ve herkesi birbiriyle tanıştırmaya da çalışırdı. Bir gün Edebiyat Fakültesi’ne Memet Fuat’ı davet etmiş. Memet Fuat zaten o fakülteden mezun. İngiliz Dili ve Edebiyatı okumuş. Teoman, benim ders verirken plak çaldığımı söylemiş Memet Fuat’a. Memet Fuat’ın çok hoşuna gitmiş. Yani bu kadar canlı dersler yapılıyor, şiir okunurken o şiirleri okuyan şairler var, filan falan diye. Benle tanıştı ve dostluğumuz başladı o yıllarda. Gene o yıllarda denemeleri çıkmaya başlamış, dergilerde çıkan ilk yazılarına Ataç Eleştiri Armağanı (1959) verildi. Ataç 57’de ölmüştü, Daha sonra 60’ta da Düşünceye Saygı kitabına TDK Deneme-Eleştiri Ödülü (1961) verildi. Düşünceye Saygı kitabı Memet Fuat’ın yayıncılığa başlamasının ilk ürünüdür. Nasıl yayınevi kuruyorlar, bu aşamaya gelinceye kadar oldukça güçlükler yaşamış insan. Yani başlangıçta Mehmet Ali Paşa ailesinin torunu. Çok zengin bir aile. Babası Mehmet Ali Paşa’nın üç oğlundan biri. Vedat Örfi Bengü, hiçbir sorumluluk taşımayan bir paşazade. Piyano çalan, Fransızca bilen biri. Piraye’yi tanıyıp âşık oluyor. Evleniyorlar, sonra da daha çocuğu doğmadan müzik yapacağım diye bir iki müzisyen arkadaşıyla Paris’e gidiyor. Beş yıl kayboluyor ortadan. Paris’ten Mısır’a gidip filmcilik yapmaya çalışıyor. Tam bir serseri meşrep bir paşazade... Mehmet Ali Paşa yani Memet Fuat’ın babasının babası Abdülhamit’e saray yaverliği yapmış, fakat daha sonra İstiklâl Savaşı çıktığı zaman Kuvayı Milliye’ye katılmak üzere Anadolu’ya geçmiş. Öbür kardeşi Fuat Paşa ise sarayda kaldığı için ve hanedanla beraber olduğu için yurtdışına gitmek zorunda kalmış. Mehmet Ali Paşa ise Türkiye’de kalmış. Erenköy’de büyük bir köşkleri var. Gelini Piraye Hanım’a, Memet Fuat’ın ablası Suzan’a ve 1926’da doğan Memet Fuat’a sahip çıkıyor ve onları koruması altına alıyor. Onlara bakıyor. Baba Vedat Örfi Bengü döndüğü zaman, Piraye zaten bu adamdan hayır yok diye ayrılmayı düşünüyor. Memet Fuat böylece dedesinin koruması altında ama büyük bir sevgiyle, şımartılan bir çocuk olarak orada büyüyor. Ama yavaş yavaş Paşa’nın serveti de tükenmeye başlıyor. Çünkü çocukları var olan paraları yiyorlar, birtakım şeyleri satıyorlar filan. Ablası Suzan da Memet Fuat da mahalle mektebine gitmek zorunda kalıyorlar. Daha öncesinde Sabiha Sertel’in açtığı bir anaokuluna da gidiyorlar. Mahalle mektebine ise 38. İlkokul’da başlıyorlar. Mehmet Ali Paşa’nın Köşkü Erenköy’de Ethem Efendi Caddesi’nde. Oradaki o masalsı hayat, paralar azaldıkça, yoksulluk başlayınca, Piraye Hanım çocuklarına kendisi bakmak zorunda kalıyor. Bayağı bir sıkıntı çekmeye başlıyorlar. O sırada Nâzım Hikmet Piraye’ye âşık oluyor, evlenmek istiyor. Fakat kocasından ancak 32’de boşanan Piraye o yıllarda ilk tutuklanması yüzünden hapishanede olan Nâzım Hikmet ile 35’e kadar evlenemiyor. 35’te evlendikten sonra Nâzım’ın arkadaşları Nâzım nasıl geçindirecek bu aileyi diye endişeleniyorlar. Nâzım’ın da öyle bir büyük geliri yok. Ya yazılar yazıyor gazetelerde yahut film stüdyolarında senaryo yazıyor, dublaj yapıyor. Yani çok sınırlı bir gelirle. Fakat birtakım arkadaşlar toplanıyorlar Erenköy’de gene Ethem Efendi Caddesi’nde Mehmet Ali Paşa’nın köşkünün karşısında gene büyükçe, biraz harap bir köşk tutuyorlar ve orada yaşamaya başlıyorlar. O tarihten 38’de Nâzım Hikmet hapse girinceye kadar gene mutlu bir hayatları var. Nâzım Hikmet, Memet Fuat’ın hayatına girdikten sonra öz babası gibi davranıyor. Memet Fuat’ı da ablası Suzan’ı da o kadar çok seviyor ki bu yüzden babalarına bile kötü bir söz söyletmek istemiyor. "Bana arslan gibi iki çocuk veren bu insanın aleyhinde kimsenin konuşmasını istemem,” diyor. Yani müthiş bir babalık sevgisi ve şefkatiyle onlara babalık ediyor ve bu arada da Memet Fuat’ın daha o yaşta eğitimi konusunda etkili olmaya başlıyor. Neler okumalı, neler düşünmeli gibi. O yaşlarda Memet Fuat daha çok ilkokul yaşlarında bir çocuk, fakat Nâzım hapishaneye girdikten sonra bile, yazdığı mektuplarla bu babalık eğitimini sürdürerek hayatta benimseyeceği değerlerin yerleşmesini sağlıyor. Öz babasından görmediği yakınlığı, desteği, ilgiyi ve bilgiyi Nâzım Hikmet’ten almış oluyor. Yani Nâzım Hikmet’in gerçek oğlu gibi yetişiyor. Zaten hapishaneden Memet Fuat’a yazdığı mektupları okursanız orada bunun nasıl bir eğitim olduğunu, Memet Fuat’ı nasıl yetiştirdiğini, neden bu değerlere önem verdiğini daha iyi anlamış olursunuz.

Memet Fuat bu arada gençliğini sürdürürken, akrabalarından Tuna Baltacıoğlu, o yıllarda ondan bir iki yaş büyük, Robert Kolej’e gidiyor. Memet Fuat da Robert’te okusun diye oraya yazdırıyorlar. Fakat 1. yılın sonunda koleje verilecek taksit parası olmadığı için oradan alınıp tekrar Kadıköy’deki bir ortaokulda devam ediyor eğitimine. Daha sonra da Haydarpaşa Lisesi’ni bitiriyor. Haydarpaşa Lisesi’nden sonra da mimar olmak istediği halde sınavı kazanamıyor, Edebiyat Fakültesi’nin İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne giriyor. Orayı bitiriyor. Bu arada birtakım sağlık sorunları da yaşıyor. Ciğerlerinden zatülcenp hastalığı geçiriyor ve askerlik çağı geldiği zaman da, her ne kadar bir rapor verdilerse de, o rapor çürüğe çıkmasına yetmiyor. Bir süre yedek subay okulunda bulunduktan sonra talimde anlaşılıyor ki askerlik yapacak durumda değil. Böylece askerlikten çürük raporuyla ayrılmasını sağlıyorlar. Geçinmek için bazı liselerde yardımcı öğretmenlik gibi işler yapabilir. Fakat Milli Eğitim’in işgüzar müfettişleri çalışmasına izin vermiyorlar. Onun üzerine çeviri işleri yapıyor. Jack London’dan kitaplar çeviriyor, Varlık’a hikâyeler çeviriyor. Tabii bu geçimi için yeterli bir para değil, yani sıkıntı devam ediyor. Zaten Nâzım hapiste olduğu için, her ne kadar Nâzım hapishanede ipek dokuyup onun satışıyla birtakım paralar gönderse bile o da ailenin geçimi için yeterli değil. Yani çok kıt kanaat bir hayatla, belli bir yoksulluktan sonra ancak Piraye Hanım’a akrabalarının verdiği bir arsa üzerinde bir ev inşa fırsatı çıkıyor ve her zaman mimar olmayı düşünen Memet Fuat gene ailenin tanıdığı bir mimar sayesinde, ona yardımcı olarak Altunizade’deki evin yapılmasını sağlıyor. Tabii bunlar bu kitapta çok ayrıntılı ve çok güzel anlatılıyor. Yani bu kitabın anlatım ustalığı, anlatım zenginliği, adından da anlaşılacağı gibi, dostluğu hatırlatan, kaybolan zaman peşinde Gölgede Kalan Yıllar "Kaybolan Yıllar” olarak da düşünülebilir. Kaybolan yahut gölgede kalan yıllar içinde Memet Fuat bütün bu zorluklara rağmen inanılmaz bir eğitimden geçmiş oluyor. Yani hem annesi için o sözünü ettiği iyiliği, doğruluğu, özveriyi, bağlılığı ve Nâzım’a olan sevgisi, hiçbir zaman o sevgiden vazgeçmemesi ve Nâzım’ın hem kendisine hem annesine yazdığı mektuplar sayesinde Nâzım Hikmet’ten dolayı inanılmaz bir gelişim gösteriyor, inanılmaz duygusal bir eğitim alıyor. Bu nedenle ders vermeye başladığı zamanlarda bile hem öğrencileri onu unutamıyorlar hem de birlikte çalıştığı insanlar, iş arkadaşları böyle bir insan nasıl olur diye saygıyla ve sevgiyle onu düşünüyorlar...

Bu arada gene geçim sıkıntısını halletmek, çözmek için ablasının evlendiği Metin Yasavul ona destek oluyor. Metin Yasavul aslında Nâzım Hikmet’in baba bir anne ayrı kardeşi. Metin Yasavul ablası Suzan’la evlendikten sonra Memet Fuat’ın çevirdiği kitapların basılması gibi birçok konuda yardım ediyor. Metin Yasavul o sırada İstanbul Matbaası’nda çalışıyor. İstanbul Matbaası çok önemli bir matbaa ve Metin Yasavul da bir çeşit her işten anlayan, matbaa sahibinden sonraki en önemli görevli. Memet Fuat’a satrançla ilgili bir kitap çevirmesini söylüyor. Arkasından da bir briç kitabı çeviriyor ve bu kitaplar bir süre de olsa geçimini sağlayacak kadar bir telif ücreti sağlıyor. Yayıncılık işi çekici geliyor Memet Fuat’a. Yaptığı çevirilerin başka yayınevlerinde yayımlanması iyi ama oradan gelen para çok az. Kendisi, "Acaba yayıncılık yapabilir miyim?” diye düşünüyor ve tek perdelik oyunlardan bir antoloji tasarlıyor. Aynı konuda çevirileri olan Ülkü Tamer ile tanışıyor. O sırada ellerinde dört tane tek perdelik oyun var. Bir Metin’e uğrayalım diyorlar. Randevu alıp gidiyorlar. Metin Yasavul onlara diyor ki bunları tek bir cilt olarak değil de tek tek basalım. Önce birini basarız, onun geliriyle ikincisini... İşte tam o yıllarda ben de belki Ülkü’nün teşvikiyle İrlandalı oyun yazarı Seán O’Casey’den tek perdelik bir oyun çevirmiştim. Ben de bu oyunu kalktım Memet Fuat’a götürdüm. "Tek perdelik oyunlar basmayı düşünüyormuşsunuz bende de böyle bir oyun var size versem basar mısınız?” dedim. Sonradan kendi çevirdiği tek perdelik oyunlarla birlikte çevirdiğim oyunu da bastı. Böylece bir yayınevi kurmanın belki de bu işi geliştirmenin akıllıca bir şey olduğu düşünerek de Yayınevi’ni kuruyor.

de Yayınevi adı tabii ilginç. Yani nereden çıktı bu de Yayınevi? Bir sürü ad düşünülüyor. Sözlüklere bakıyorlar filan, sonunda "demekten” "de” emir kipinin de’si olabilir diye düşünülüyor, ben de "dahi”nin de’sini önerdiğimden sonunda "de”de karar kılınıyor. Sait Maden’e telefon ediyorlar. "Bir amblem yapar mısın?” diye soruyorlar. O da kabul ediyor. Hatta, "Kitapların kapaklarını, desenlerini de ben yaparım,” diyor. Böylece Metin Yasavul ve Piraye Hanım’ın ortaklığında bir yayınevi doğuyor. Memet Fuat’ı bu konuda destekleyenler arasında genç yazarlar var. a dergisini çıkaran yazarlar var mesela. Kemal Özer, Doğan Hızlan, Ülkü Tamer falan... Özellikle Ülkü Tamer çok yardımcı oluyor. Edita Morris diye Amerikalı bir yazarın Vietnam’a Sevgiler adlı kitabını çeviriyor. Basılması için de Yayınevi’ne götürüyor. Memet Fuat biz bunun telifini ödeyemeyiz deyince, Ülkü de Edita Morris’le bağlantı kuruyor. "Sizin kitabınızı çevirip yayıncıya götürdüm ama çok telif istemeseniz olur mu?” gibilerden bir şeyler söylüyor. Edita Morris de yaşını başını almış hoş bir kadın. Cömertçe, "Ne demek, istersen yardım da ederim,” diyor. "Ben telif istemiyorum,” diyor. O kitap bu sayede basılıyor.

Derken Edita Morris’e Amerikalı yayıncısı diyor ki, "Güney Amerika ile ilgili bir kitap yazar mısınız?” Edita Morris de, "Sizin için yazarım,” diyor. Yayıncı da, "Sizin yanınıza seyahat ederken yardımcı verelim,” diye bir öneri yapıyor. Edita Morris de, "Benim Türkiye’de bir çevirmen yardımcım var, o gelebilir mi?” diye soruyor. Kabul ediyorlar. Sonra Ülkü Tamer’e bir mektup yazıyor. "Brezilya’ya bir yolculuk yapacağız, sen de bana yardımcı olarak gelir misin?” diye soruyor. Ülkü Tamer kabul ediyor, alelacale kalkıp Edita Morris’in yanına gidiyor. Brezilya vizeleri de yok. Nasıl olsa yolda Meksika’ya uğrayacağız, oradan alırız vizeyi diye düşünüyorlar. Meksika’da konsolosluğa gidiyorlar. Kapıyı çalıyorlar, kapı duvar.

TELGRAF  Fadime Uslu     119
KÜLTÜR DURAKLARI: MEMET FUAT - II  Cevat Çapan    119