ATATÜRK VE NUTUK - I

ATATÜRK VE NUTUK - I

Huzzâr-ı Kirâm!

Tarih 23 Nisan 1920. En yaşlı üye olarak Sinop Milletvekili Mehmet Şerif (Avcıoğlu), orada bulunanları böyle selamlayarak başlatmış Yüce Meclis’in çalışmasını.

Mustafa Kemal Atatürk de 5 Kasım 1925 günü Ankara Hukuk Mektebi’ni açış konuşmasına aynı selamlamayla başlamış.

"Burada bulunan seçkin, soylu kişiler” demek. Ben de böyle başlayayım, dedim, geçmişten hoş bir seda olsun diye.

Ama bu toplantıda ele alacağımız konular geçmişte kalmış değil, geçmişten geleceğe uzanan konular. Sona ermeyen, sona ermemesi gereken bir şimdiki zamanın konuları. Cumhuriyet’in zamanının....

Atatürk ve Nutuk, ayrıca bağlantılı, ilgili konular... Çocukluğumuzdan beri içli dışlı olduğumuz, dolayısıyla hepimizin bildiği ama her konuşulduğunda bizi yeniden heyecanlandıran konular. Sizlere bilmediğiniz şeyler söylemek, öğretmek iddiasında değilim. Yarın Cumhuriyet Bayramımız. Bayramdan bir gün önce bir araya gelelim, bir Cumhuriyet sohbeti yapalım, dedik. Bu sohbete aracılık etmeye çalışacağım, dolayısıyla hepinizden katkı bekliyoruz.

Sohbetimizin Ayvalık’ta yapılıyor olması ayrıca anlamlıdır. Biliriz: Yunan işgaline karşı ilk kurşun İzmir’de atılmıştır. Yunanlar 28 Mayıs 1919 günü Ayvalık’a asker çıkarmışlardır. Bölge komutanı Ali Yarbay, sonraki yılların ünlü Ali Çetinkayası, işgalciler üzerine ateş açtırmıştır. Yunan işgaline ilk toplu direniş hareketi budur, Ayvalık’ta yapılmıştır. Unutulmaz.

Güzel sohbet, güzel mekân ve ortam gerektirir. Gerekli güzel mekânı ve ortamı bize sağladığı için Ergun Beye ve ASKEV ekibine derin teşekkürlerimizi sunarız.

Madem toplantının başlığını Atatürk ve Nutuk koymuşuz, Atatürk ile başlayayım. Elbette Atatürk’ün yaşamöyküsünü yineleyecek değilim. 1915, özellikle 1919 sonrasına ilişkin birkaç söz etmeye çalışacağım, ilginizi çekebileceği umduyla.

1915, özellikle 1919’dan sonraki dönemi ben, Atatürk’ün ona yakıştırdığım özellikleri açısından yıllara göre üç evreye ayırıyorum. 19 Mayıs 1919’dan 29 Ekim 1923’e kadarki dönem kurtarıcılık. 1923 ile 1930’lara kadar kuruculuk. 1930’dan sonrası üstten yöneticilik. Kuruculuk işlevini ölümüne kadar sürdürüyor elbette. Devrimsel atılımların çoğu 1920’lerde gerçekleştiği ve Atatürk 1930’larda günlük işlerden büyük ölçüde çekildiği için bu ayrımı yaptım.

1915 yılında Çanakkale savunmasında, Atatürk olmasaydı başarı sağlanabilir miydi? Sanmıyorum. Churchill bile kabul etmiştir Atatürk’ün can kurtarıcı katkısını. 1919’dan sonrasını biliyoruz. Kurtuluş savaşımızın önderi. Bu noktada kurtuluş kavramını biraz açmamız gerekir.

Mustafa Kemal, Ankara’ya ilk giderken Kırşehir’de konaklar kısa bir süre. Fener alayı ve coşkuyla karşılanmıştır. Heyecanlanır. Çok sevdiği Namık Kemal’den iki dize okur: "Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini. Yoğ imiş kurtaracak bahtı kara maderini.” Sonra bu dizeleri değiştirerek okur: "Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini. Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.” İşte Mustafa Kemal Atatürk bu kurtarıcıdır.

Nelerden kurtulduğumuzu anlamak için 1919 Paris Konferansı tutanaklarına ve 1920 Sevr Antlaşmasına göz atmak yeter. Anadolu’nun batısına yabancı bir devlet yerleşecek, doğusu da başka bir devlete verilecekti. Ortada, dar bir alan bırakılacaktı bize. İki sözde komşu devletin dış destekli baskısıyla bu alanın da zamanla daralacağı kesindi. Anadolu’yu Türklerden tümüyle temizlemek isteyen çoktu. Asıl niyetti bu, zamanla olabilirdi. Nasıl Araplar 700 yıl sonra İberya yarımadasından atıldıysa Türkler de 850 yıl sonra Anadolu yarımadasından atılmış, Endülüs faciası benzeri bir Anadolu faciası yaşanmış olabilirdi. Bizim kurtuluşumuz, işgalden kurtuluşun çok ötesinde bir varlık kurtuluşu olmuştur. Böylesine bir olmak ya da olmamak savaşımının önderi de, bakın o günün siyasi, askeri kadrolarına, isimlerine, ancak Mustafa Kemal olabilirdi. Mustafa Kemal’siz kurtuluş savaşı ne olurdu ne de kazanılabilirdi.

Bu bakımdan Mustafa Kemal’in tarihteki, dünyadaki kurtarıcılardan, devrim önderlerinden farklı yönü buradadır. Örneğin bir Lenin olmasaydı, Rus halkının varlığı sürecekti. Fransız devrimi olmasaydı, Fransız halkı yaşamaya devam edecekti. Aynı şeyler Ho Şi Min, Castro, Benito Juarez için de söylenebilir. Ancak Atatürk olmasaydı bizim varlığımız sona erecekti. Bu bakımdan tam anlamıyla kurtarıcıdır Atatürk. Halaskâr Gazi deriz ona. Gerçekten öyledir. Mehmed Rauf, 1928 yılında yazdığı Halas romanının önsözünde şöyle der: "Bizi kurtaran sensin ve bugünkü Türk’ü tam olarak sen yarattın.”

Kurtuluş savaşının ne kadar zorlu ve şanlı bir mücadele olduğunu biliyoruz. Burada yinelemek isteyeceğim husus, Atatürk’ün bizi sadece işgalcilerden değil, bizi bizden kurtardığıdır. Anımsayın: Atatürk’ün en yakınındaki bazı isimler bile savaşın amacını Saltanatı ve Hilafeti kurtarmak olarak görüyordu. Oysa Atatürk, bizi atavist bizden kurtarmak, millete kişilik kazandırmak, milletin üzerinde kendini yenileyeceği bir vatan kurmak, işgalcileri o vatandan kovmak istiyordu. Kurtuluş savaşı hem işgalciye karşı hem de kendi içimizde bir savaştır, kendimizi değiştirmek üzere bir devrim savaşıdır.

Atatürk devrim savaşını kazanarak Cumhuriyeti kurdu. Burada önderimizin ikinci yönüne, kuruculuğuna geçiyoruz. Aslında kuruculuğu Amasya tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleriyle başlamıştı. TBMM’nin kurulmasıyla Cumhuriyetin temeli adı konmadan atılmış oldu. Yeni düzenin adını koymak için acele etmedi. 9 Eylül 1922 günü İzmir’e girdiğinde Anadolu’nun kurtuluşu, Hatay dışında tamamlanmıştı. Ya Trakya! Üstünde yeterince durulmaz ama Trakya tek bir kurşun atılmadan geri alınmıştır, İnönü’nün ustaca müzakere ettiği Mudanya Anlaşması ve bu anlaşmanın zeminini hazırlayan siyasi ve askeri hamleler sayesinde. Anadolu’yu geri almamız Yunanistan’da kralı ve başbakanı düşürdü. Trakya’yı geri almamız ise İngiltere’de Başbakan Lloyd George’un düşmesine yol açtı. Diplomatik ve siyasal başarı süreci, 24 Temmuz 1923 günü Lozan Antlaşmasıyla taçlandı. Ayrı bir destandır Mudanya ve Lozan. Artık yeni Türkiye uluslararası düzeyde tanınmış, Cumhuriyet’in uluslararası temeli de atılmıştı.

Neden Cumhuriyet? Osmanlı modernleşmesinin içinden gelen aydınlar, subaylar, bürokratların hemen hepsi Fransızca bilirdi. Fransız devriminden etkilenmişlerdi. "Musavat, hürriyet, uhuvvet” sözü yenilikçilerin şiarı olmuştu. Esasen Osmanlı modernleşmesi de model ülke olarak Fransa’ya bakıyordu. Ancak Fransız Devriminin özü olan ulusal egemenlik kavramını benimsemek kökten bir zihinsel, giderek ruhsal başkalaşım gerektiriyordu. Mustafa Kemal bu başkalaşımı başaranların başında geliyordu. Egemenlik saltanatın, halifenin değil, sadece ulusun olmalıydı.

Mustafa Kemal’in ulusal egemenlik anlayışının gelişmesinde Jean - Jacques Rousseau’nun ünlü Toplumsal Sözleşme yapıtını okumuş olmasının etkisi bilinir. Kaynaklara göre, Mustafa Kemal bu yapıtı Türkçe çevirisinden okumuştur. Söz konusu çeviri Mukavele-i lctimaiyye yahud Hukuk-ı Siyasiyye Kavôid-i Esasiyyesi başlığıyla 1913 yılında Matbaa-ı Hayriye ve Şürekası’nca yayımlanmıştır. Çevirmenin adı sadece, "Hariciyeden emekli A.” olarak belirtilmiştir. Çevirmenin gerçek kimliği hâlâ saptanamamıştır. Çevirmen kendini doğru sunmuşsa, "Bak şu tekaüt monşerin yaptığına! Karıştırmış birçok kişinin kafasını” diyebiliriz şaka yollu elbette. Demek ki monşerler işe yarıyormuş. Zafer Toprak’a göre, "daha 1921 yılında Jean-Jacques Rousseau’nun, bugünkü dille Toplumsal Sözleşme ya da Siyasal Hukukun Temel İlkeleri başlıklı kitabı Cumhuriyet Türkiyesi’nin egemenlik anlayışını şekillendirmişti.”

Burada Rousseau’nun etkisi üzerinde biraz duracağım. Çünkü yıllardır hararetli tartışmalara konu edildiğini görüyorum. Jean - Jacques Rousseau bir edebiyatçıydı, bir siyaset bilimci değil. Büyük bir yazardı. Romantizmi o başlattı. Doğayı o keşfetti. Bu bağlamda, botanik konularında yazdıklarına da bakın. Fransa’da da yaşamış olan Cenevreli Rousseau’nun toplumsal konularda yazdıkları zamanla öne çıktı. Fransız Devriminin önderi Robespierre, Rousseau’nun toplumsal fikirlerinden çok etkilendi. Devrimi şekillendirirken bu fikirlerden genişce yararlandı. Rousseau’nun özellikle Toplumsal Sözleşme yapıtı ün kazandı, bir siyaset bilimi klasiğine dönüştü. Bana kalırsa, Rousseau’nun yazdıklarının tümü okunmadan (ben okudum) bu yapıtının yorumlanması eksik kalır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Resimli Gazete tarafından yayımlanan 26 kitaplık Büyük Adamlar Serisi’nin ilk kitabı Rousseau imiş. Gene de Fransız Devrimi’nden etkilendiğini bildiğimiz bizimkilerin çoğunun Rousseau’nun yazdığı her şeyi değil, Toplumsal Sözleşme yapıtını okumakla yetindikleri anlaşılıyor. Ancak Rousseau’nun dünya görüşünün bireyci çıkışının üstünde pek durulmamış, andığımız yapıtında işlediği "erklerin birliği” düşüncesi daha çok ilgi çekmiş. Rousseau bu düşüncesini, Lykurgos’un Sparta’yı yönetimini örnek alarak geliştirmiştir. Lykurgos’un ne zaman yaşamış olduğu henüz kesinleştirilememiştir. Ancak Sparta’yı kargaşadan çıkartıp örnek bir cumhuriyete dönüştüren önder olarak bilinir. Yasa Koyucu ya da Yasamacı unvanıyla anılır. Osmanlıcada buna "Kanunî” diyebiliriz. Sert ama iyi işler yapan tek adam modelidir. Rousseau’nun tarihsel doğruluğu tartışmalı bu örneğe bakarak geliştirdiği düşünceye göre, yasama en güçlü erktir. Yürütme ile yargı ona bağlıdır. Kurtuluş savaşının meclis ve onun seçtiği başkan ile yönetim tarafından yürütülmesi Rousseau’nun düşüncesine uygundur. Aslında bizdeki erkler birliği düşüncesi "milli hâkimiyet” ilkesini, saltanatı ve hilafeti öne alan "meşrutiyet” anlayışını alt etmek için geliştirilmiştir. Erklerin ayrılığı ilkesiniyse saltanatçılar savunmuştur, Mustafa Kemal’i safdışı bırakmak ya da hiç değilse etkisini kırmak için. Dolayısıyla konuyu o günlerin koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Atatürk, Rousseau’nun düşüncesini Cumhuriyet’in yolunu açmak için kullandı. Ayrıca çoğu kez yalnız kalabildiği bu yolu ancak güçlü bir özne olarak açabileceğini de görüyordu. 1924 Anayasası’nı da etkilemiş olan erkler birliği ilkesinin zamanla gevşediği de kesindir. Atatürk özellikle 1930’larda tek adam yönetiminden geri adım atmıştır. 1961 Anayasası’nda erkler ayrılığı ilkesi seçildi. 1961 Anayasası’nı yazanlar Atatürkçülerdir. O gün bugündür erklerin ayrılığını savunanlar da Atatürkçülerdir. Bugün hiçbir gerçek Atatürkçü kanunî olmaya heves etmez. Aslında gerçek Atatürkçülük de 1920’lere, ’30’lara saplanıp kalmak değil, sürekli gelişim, olumlu değişim demektir.

Cumhuriyet’in kurulmasıyla muazzam bir değişim makinası çalışmaya başladı. Saltanat, Lozan öncesi zaten kaldırılmıştı. Hilafet makamı 1924’de ilga edildi. Yeni devlet iki başlılığı kaldıramazdı. Gene 1924’de ulusal egemenlik anlayışına dayalı yeni anayasa kabul edildi. Bazen devrim, bazen de inkılâp dediğimiz köklü değişimlerin çoğu 1920’li yıllarda gerçekleştirildi. Toplumu, insanı değiştiren yeni bir düzenin bu kadar kısa sürede kurulmasına insanlık tarihinde az rastlanmıştır. O hızlı ama haklı değişimin yarattığı baş dönmesinin hâlâ sürdüğü de söylenebilir. Elbette, bazı çevrelerin dayatma olarak algılayabildiği bu türlü devrimsel değişimler hiçbir yerde, hiçbir zaman tatlı tatlı olmamıştır. Değişimi durdurmak, geriye döndürmek ya da kendi çıkarlarına göre yönlendirmek isteyenlerle, zorunlu olarak, kan dökülmesine de yol açan şekilde mücadele etmek gerekmiştir. Bu arada Atatürk’ün çok partili demokrasiyi de kurmak için çaba gösterdiğini biliyoruz. Atılımının sonuçsuz kalmasının iç nedenlerine ilişkin tartışma sürüyor. Ancak o günün dünyasında da çok partili gerçek demokrasinin belki birkaç ülke dışında bulunmadığını vurgulamak gerekir. Almanya, İtalya, İspanya nazizme, faşizme yönelmişti. SSCB’de zaten çok partili düzen yoktu. Batı solu da çok partili demokrasinin bir burjuva aldatmacası olduğunu, bir an önce sosyalist devrim yapıp proleterya diktatörlüğünü kurmak gerektiğini savunuyordu. Sömürgeci ülkelerde, ABD’de ayırımcılık sistemikti. Kuzey Avrupa ülkelerinde yerli halklara kısırlaştırma politikaları uygulanıyordu. İsviçre’de kadınlar oy kullanamıyordu. Dolayısıyla 1920 ve ’30’larda, sanki bütün dünyada bugünkü anlamıyla çok partili liberal demokrasi varmış da Atatürk bu düzeni Türkiye’ye getirmeyi redddetmiş gibi "yetmez ama evetçi” değerlendirmeler yanlıştır. Böyle bir dönemde Türkiye’yi kalıcı şekilde ve saygın bir ülke olarak ortaya çıkarmanın ne kadar büyük bir başarı olduğunu gel de bizim gericilere, Atatürk’ü yermekten özel bir haz duyan bizim yetmez ama evetçi düzmece liberallere anlat!

Öte yandan Lozan müzakerelerine ara verildiği sıra yapılmış ve hem iç hem de dış dünyaya mesaj niteliğinde olan İzmir İktisat Kongresiyle başlayan ekonomik değişimin de ne kadar verimli olduğunu bugün bile görüyoruz Ancak toprak reformunun gerçekleştirilmemiş olmasının, çok partili demokrasiye geçilememesi gibi Atatürk’ü üzmüş olduğu kanısındayım. İsmet İnönü Atatürk’ün ekonomi alanında özel girişim yanlısını olduğunu söyler. Ne ki ülkede özel sektörün çok zayıf olması devletin hemen her işe el atmasını gerektirmiştir. Dünyayı tümüyle sarsan 1929 ekonomiz krizi de Türkiye’de devletçiliği iyice zorunlu kılmıştır. Ortaya daha çok karma ekonomi diyebileceğimiz bir yapı çıkmıştır.

Sonuç olarak her şeye rağmen, 1920’lerde yapılanlarla yeni bir Türkiye kurulmuştur. Bunu görebilmek gerekir.

1920’lerde yapılan değişikleri hepimiz biliyoruz. İsmet İnönü’ye göre bunların en önemlisi harf devrimi olmuştur. Yine Zafer Toprak, harf devriminin olumlu bir etkisini şöyle saptar: "Müteferrika baskılarından, yani 1729’dan 1928’e kadar, iki yüzyıllık bir süre içerisinde 35 bin, bilemediniz 40 bin civarında kitap basılmıştı. Bu okuryazar toplumlar açısından çok düşük bir sayıydı. Harf Devrimi ertesi Büyük Buhran’ın tüm engellerine karşın, 15 yıl içerisinde basılan kitap sayısı 31 bine ulaşmıştı. Kısacası iki yüzyılda basılan kitap sayısı Harf Devrimi’yle birlikte on beş yılda gerçekleştirilmişti.”

Halkın devrimleri bizimsemekte büyük güçlük çektiği söylenemez. Şapka devrimine bazı çevrelerin gösterdiği yoğun tepki devrimlere yönelik bu genel kabulun istisnasıdır. Anlaşılan bazı cevreler, şapkaya yoğun bir simgesel anlam yüklemişler, değişime bu simge üzerinden karşı çıkmaya çalışmışlardır.

Aklımıza ister istemez, Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece romanı gelir. O romanda sarıklı fesli çekişmesini görürüz. Gericiler, "ille de sarık” diye tuttururlar. Kan dökmeye hazırdırlar. Fesliler ise Osmanlı’nın modern kesimidir. Aynı gericilerin şapkaya karşı fesi savunduklarını da biliriz. "Keşke savaşı Yunanlar kazansaydı” diyen fesliler de gördük. Bütün bunlar Cumhuriyet’e, Atatürk’e, laikliğe karşı çıkmak için bahanedir. Köylümüz, halkımız kasketi benimsemekte zorluk çekmemiştir. Bu bahaneyi ortaya sürenlerin kanlı olaylara yol açmış olmaları çok üzücüdür.

Devrimlerin en güzellerinden biri bana göre, kadının statüsü alanında olmuştur. Cumhuriyet kurulması süreci güçlü bir kadın hakları hareketiyle koşuttur. Cumhuriyetin ilan edilmesinden aylar önce, 1923’ün Haziran ayında, Nezihe Muhiddin’in öncülüğünde Kadınlar Halk Fırkası kurulmuş olduğu unutulmamalıdır. Cumhuriyetle birlikte kadınlar sosyal hayatta daha görünür olmuşlar, sanat, bilim, siyaset alanlarında öne çıkmaya başlamışlardır. Bu arada ilk güzellik yarışmasının 1926 yılında düzenlenmiş ve bunu Ariska Çetinyan isimli bir Ermeni vatandaşımızın kazanmış olduğunu anımsayalım. Bu yarışma geçersiz sayılmış. (Neden? Araştırmak gerekir.) 1929 yılında yeni bir yarışma yapılmış; bunu Feriha Tevfik kazanırken Ariska hanım üçüncü olmuştur. Feriha Tevfik Dünya Güzellik Yarışmasına katılan ilk Türk vatandaşıdır. 1932 yılında da Keriman Halis’in dünya güzeli seçilmesiyle Türk kadınına bakışın hem ülkede hem de dışarıda olumlu yönde geliştiği anlaşılmaktadır. Nitekim, o dönemin önemli bir uluslararası kuruluşu olan Uluslararası Kadınlar Birliği (The International Alliance of Women) on ikinci kongresini İstanbul’da topladı. 18- 24 Nisan 1935 günleri arası gerçekleştirilen kongrenin ev sahibeliğini Türk Kadın Birliği üstlendi. Şöyle de diyebiliriz: Türkiye kadınların oy hakkını tanımış bir ülke olarak ev sahipliği yaptı o kongreye.

Atatürk büyük bir düşü gerçek kılmanın peşindeydi. Yüzyıllarca ihmal edilmiş, geri bırakılmış Anadolu’da çağdaş, açıkca söyleyelim, batılı bir devlet, toplum ve insan kurmaya çalışıyordu. Atatürk’ün, emperyalist dediği Batılı devletlere karşı bağımsızlık mücadelesi vermişken, ülkesini kurtardıktan sonra batılı yapmaya çalışmasını bir çelişki ya da paradoks olarak görenler vardır. Atatürk’ün çağdaş uygarlık sözünü nasıl vurguladığını biliriz. Atatürk o uygarlığı Batı’da görüyordu. Ancak hangi Batı’da? Bir ayırım yapıyordu Atatürk. Bir konuşmasında açıkca dile getirir bu ayırımı: "resmî Avrupa ve Amerika değil, ilim ve irfan ve medeniyet Avrupa ve Amerikası...” Atatürk’ün yeri Batı’nın ilerici, aydınlanmacı güçlerinin yanıydı. Türkiye’nin aydınlanmacı Batı’ya yönelmesini 1923 yılında bir Fransız gazeteciye şöyle anlattığını okumuşuzdur birçok kaynakta:

"Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de bu yegane medeniyete iştirak etmesi lazımdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sükutu, Garb’e karşı elde ettiği muzafferiyetlerden çok mağrur olarak, kendisini Avrupa milletlerine bağlayan rabıtaları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi, bunu tekrar etmeyeceğiz. Türklerin asırlardan beri takip ettikleri hareket, devamlı bir istikameti muhafaza etti. Biz daima Şark’tan Garb’a doğru yürüdük. Eğer bu son senelerde yolumuzu değiştirdikse, itiraf etmelisiniz ki, bu bizim hatamız değildir. Bizi siz mecbur ettiniz.

"Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye’de asri, binaenaleyh Garbi bir hükumet vücude getirmektir. Medeniyete girmek arzu edip de, Garba teveccüh etmemiş millet hangisidir? Bir istikamette yürümek azminde olan ve hareketinin ayağında bağlı zincirlerle işkal edildiğini gören insan ne yapar? Zincirlerini kırar, yürür. Fakat tahaddüs eden vakayi, Türkiye’nin bilâ- kayd ü şart hakimiyet-i müstakilesine sahip olması neticesine vardı. Bundan sonra memleketimize gelecek ecnebiler, samimiyetle bizi hükm ü esaretlerine almaktan feragat ederlerse, hüsn ü kabul göreceklerdir.”

Atatürk 1928 yılında, Le Matin gazetesine verdiği bir mülakattaysa Fransa’dan nasıl esinlendiğini dile getirmekten kaçınmayacaktır: "Fransa İhtilâli bütün cihana hürriyet fikrini nefheylemiştir ve bu fikrin hâlen esası ve menba’ı bulunmaktadır. Fakat o tarihten beri beşeriyyet terakki etmiştir. Türk demokrasisi Fransa İhtilâlinin açtığı yolu takip etmiş, lâkin kendisine has vasf-ı mümeyyiziyle inkişaf etmiştir. Zira, her millet inkılâbını içtimai muhitinin tazyikât ve ihtiyacına tâbi olan hâl ve vaziyetine ve bu ihtilâl ve inkılâbın zaman-ı vuku’una göre yapar.”

Atatürk, Cumhuriyet için bir Batı devleti rotası çizmiş, yolumuzu o yönde açmış, o yönde epey yol almamızı sağlamıştır. 1930’larda bu uğraşını değişik şekillerde sürdürecektir. Ancak ’30’lara geçmeden önce, canalıcı önem taşıyan bir durakta durmalıyız: NUTUK.

Atatürk’ün, okumasını, CHP Kongresinde, 15 Ekim 1927 Cumartesi günü başlayıp, günde altışar saattten altı günde tamamladığı büyük yapıtı. Nasıl kurtulduğumuzu, Cumhuriyetimizin nasıl kurulduğunu daha iyi anlamak için Nutuk’u okumak gerekir, mutlaka.

Atatürk bu söylevi yoluyla 19 Mayıs 1919 tarihinden beri olanların ve kendi icraatının hesabını vermiştir. Ne kadar tutarlı bir çizgi izlemiş olduğunu şöyle dile getirir: "Tatbikatı birtakım safhalara ayırmak ve vakalardan ve hadiselerden istifade ederek milletin hissiyat ve fikirlerini hazırlamak ve kademe kademe yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak lazım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur. Ancak dokuz senelik faaliyet ve icraatımız bir mantık silsilesi ile incelenirse, ilk günden bugüne kadar takip ettiğimiz genel istikametin ilk kararın çizdiği hattan ve yöneldiği hedeften asla sapmamış olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.” Atatürk’ün beklediği, onu dinleyenlerin, daha sonraki kuşakların böyle bir incelemeyi yapabilmesidir. Bizden beklediği de budur.

Nutuk’un dilinin "eski” olması istediğimiz ölçüde okunmasının önünde bir engel olarak gösterilebilir. Bu engeli aşmak için birçok önemli aydınımız Nutuk’u günümüz Türkçesiyle yayına sokmuşlardır. Nutuk’un özetini değil tümünü okumak gerekir.

Edebiyat meraklıları ve edebiyatçı kısmı Nutuk’un tümünü özgün dilinden okumalıdır. Çünkü Nutuk bir edebiyat metnidir, anı türüne girer. Atatürk iyi bir yazardır. O dönemin birçok önemli devlet adamı ellerine kalemi aldılar mı, iyi metinler çıkarırmış. İsmet İnönü de öyledir. Kalemi şimdiki devlet adamlarına verin, bakın neler döktürecekler. Atatürk iyi yazmayı okuyarak öğrenmiştir. Kişisel kitaplığında dört bini aşkın kitap bulunan bir aydından söz ediyoruz. Şimdiki devlet adamları kaç kitap okudular, okuyorlar, hep merak etmişimdir...

"Üslub-ı beyan ayniyle insan” derler ya, Atatürk’ün güçlü kişiliği yazısına da yansımıştır. Kalemi hiç titremez. İfadeleri matematik bir kesinlik ve açıklıktadır. Nutuk’u çeşitli boyutlarıyla daha iyi anlamak için bu önemli metin üzerine daha çok yazınsal çalışma yapmak gereklidir.

Eleştirel akıl Atatürk kültürünün en önemli öğelerinden biridir. Tarihçisi de, edebiyatçısı da Nutuk’u bu akılla okumalıdır. Rahmetli Ahmet Cemal’in nefis bir yazısını anımsayalım: "Adı ‘Mustafa Kemal’ Olan Bir Yalnızlık” (Cumhuriyet, 1 Haziran 2008). Ne demiş Sevgili Ahmet? "Mustafa Kemal’in bir başka ve korkunç yalnızlığı, hayatı boyunca yakın çevresi içinde çekmiş olduğu yalnızlıktır. Hep tartışmadan, aklın eleştirel işleyişinden yana olan bu adam, karşısında çoğunlukla onunla tartışmaya değil, fakat ona biat etmeye hazır bir çevre bulmuştur.(...) Atatürk’ten sonra bu çevrenin tek yapabildiği, o mirası (akıl ve bilim - O.D.) kavrayabilmek değil, fakat bir ezber konusuna dönüştürüp ötekileştirmek (..) olmuştur.” Nutuk’u kim eline alırsa bu sözleri anımsasın lütfen.

Anlatım ve kurgu olarak Nutuk, bir epope’dir, bir destandır. "Ya istiklâl ya ölüm” haykırışıyla başlayıp, "Ya Cumhuriyet ya İstibdat” çağrısıyla sona erer.

Atatürk’ün şu sözlerini okursak, ne büyük bir mücadele vermiş olduğunu daha iyi anlarız: "Dikkate değerdir ki İzmir’in ve bunu takiben Manisa’nın ve Aydın’ın işgali ve icra olunan tecavüz ve mezalim hakkında henüz millet aydınlanmamış ve milli mevcudiyete vurulan bu feci darbeye karşı alenen herhangi bir üzüntü ve şikayet ortaya konulmamıştı. Milletin bu haksız darbe karşısında sessiz ve hareketsiz kalması, elbette milletin lehinde tefsir olunamazdı. Onun için milleti ikaz edip harekete getirmek lazımdı.” Vurgular Atatürk: "Bütün millete taze bir maneviyet vermek...” Bu da yetmez. "Türkiye’nin düşünen kafalarını büsbütün yeni bir imanla donatmak...”

Milleti, nice düşüneni harekete geçirmeyi yanındaki birkaç arkadaşıyla başarmıştır Mustafa Kemal. Nasıl başardığını en iyi İsmet İnönü ifade etmiştir. Birinci İnönü Savaşını kazanması üzerine Mustafa Kemal’den aldığı kutlama telgrafına verdiği yanıtta: " Zulüm ve istibdat dünyasının en zalimane hücumlarına karşı, yalnız ve şaşkın kalan milletimizin maddi ve manevi bütün kabiliyet ve kuvvetlerini ruhundaki ateşle toplayan ve harekete getiren Büyük Millet Meclisi’nin Reisi Mustafa Kemal Paşa!” Evet, Mustafa Kemal’in ruhundaki o ateş olmuştur Kurtuluş Savaşımızdaki en önemli silahımız.

Ben Nutuk’u anlatım ritmi açısından da senfoniye benzetirim. 19 Mayıs 1919 ile 23 Nisan 1920 arası birinci bölümdür. Anlatıcı İstanbul ve Anadolu’da türlü muhatap ile tartışma halindedir. Olayları istediği ölçüde henüz yönlendirememektedir. Ses yüksek ve heyecanlıdır. Bu bölümde en çok dikkatimi çeken biçimsel öğe telgraftır. Durmak bilmeyen maniple sesleri ritmi iyice hızlandırır. Anadolu’da iyi bir telgraf altyapısının bulunması da milli mücadelenin başarıyla yürütülmesinde etkili olmuştur. İkinci bölüm 22 Mart 1922’ye kadar sürer. Savaş dönemidir. Ancak İstanbul devreden çıkarılmış, Atatürk gidişi denetimi altına almıştır. Kararlılık ve soğukkanlılıkla oynar ölümcül satrancını, aynı şekilde anlatır. İkinci bölümün sonunda İtilaf devletlerinin yaptığı barış önerisini Yunanistan kabul eder çünkü artık yenilgisi kesindir. Üçüncü bölümde Büyük Taarruzla birlikte anlatımın hızı, debisi artar. 29 Ekim 1923’e kadar yükselerek sürer hızlı ritim. Dördüncü bölüm parlak finaldir. Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Nehir gibi akan bu metni okumak bir zevktir.


KÜLTÜR DURAKLARI: MEMET FUAT - II  Cevat Çapan     119
ATATÜRK VE NUTUK - II  Oğuz Demiralp    119