ATATÜRK VE NUTUK - II

ATATÜRK VE NUTUK - II

Anlatılanları sürükleyen güçlü bir kişiliktir, Mustafa Kemal’in hedefe kilitlenmiş çelik iradesidir. Eğer merkezde böyle güçlü bir kişilik ve irade olmasaydı, merkezkaç eğilimler ağır basardı. Gördüğümüz budur.

Kişilik gücünü, her olayı kılı kırk yararak inceleme ve çözümleme yeteneği tamamlar. Ayrıntılara inerek anlatır. Zihninin nasıl çalıştığını izlersiniz. Şarkta alışılmamış biçimde akıl ve hesap ön plandadır. Düşmanlara, iç karşıtlarına öfkesini profesyonelce kontrol ederek ilerler.

Nutuk, diplomasi söylemi bakımından da örnektir. İşgalci temsilcileriyle temaslarında hamasi değil rasyonel konuşur. Genel olarak. "Garp ile olan müsbet ve neticeli temas ve münasebetlerimiz”den söz eder. Atatürk Batı karşıtı değil, Batılıdır.

Metinde birçok kişi eleştirilir. Çoğuna yerlerini alacak başkaları olmadığı için "tahammül” edilmiştir. Mondros Mütarekesinde mandepsiye basmış bir Rauf Beyin o kadar ön planda kalması buna örnektir. Bir Nurettin Paşa’ya nasıl bu kadar katlanılmış, bunu anlamaksa zordur. Bu kişilere karşın başarıya ulaşmak bir yöneticilik becerisidir.

Nutuk’ta daha çok siyasi ve askeri olaylar, savaşımlar üzerinde durulur. Örneğin bir İzmir İktisat Kongresi anlatılmaz. Çıplak mücadeleden oluşan bir arka plan, metinde adı geçen kişilere Shakespeare tragedyalarındaki karakterlere benzer görünümler kazandırır. Önder ile çevresi arasındaki çelişkiler de trajik boyutlar kazanır birçok kez.

Nutuk boyunca anlatıcının tarih önünde hesap vermek sorumluluğu ve doğrulanmak gereksinimi duyduğunu görürsünüz.

Tarih Atatürk’ü haklı çıkarmıştır. Ancak Atatürk’ün bıraktığı Cumhuriyet, aynen o andaki gibi tutmak için değil, geliştirmek içindir, Nutuk’da kullanılan Türkçenin geliştirildiği gibi. Atatürk’ün, kendisinin ölümlü, devletin kalımlı olduğuna ilişkin o ünlü deyişini Nutuk’un sonuna doğru gördüğümüz şu ifadenin ışığında okumak gerekir: "Türkiye Cumhuriyeti’ni sarsılmaz temelleri üzerinde her gün, daha ziyade takviye etmek... ve bunun için de istibdat fikrini öldürmek...” Türkiye’nin geleceğini demokrasiye bağlayan çok güçlü bir ifadedir bu. Demokrasi, insan hakları, hukuk devleti gelişmeden Türkiye’nin gelişeceğini düşünen varsa Atatürk’ün gösterdiği yöne bakmıyor demektir.

Atatürk kürsüden indiğinde, görevini yapmış olmanın ve bunun anlaşıldığını ummanın vicdani rahatlığı içindeydi bence. Görevini yaptığını düşünen insanlar ondan sonra biraz geri çekilmek isterler. Nitekim Atatürk’ün Nutuk’u okumasını bitirdikten sonra günlük siyasetten gittikçe uzaklaştığı söylenir. Sonrasını Zafer Toprak’ın, yukarıda iki alıntı yaptığımız, Atatürk / Kurucu Felsefenin Evrimi başlıklı oylumlu, eşsiz çalışmasından (İş Ban. Yay. 2020) izleyelim:

"Atatürk 1927 Cumhuriyet Halk Fırkası Büyük Kongresi ve Nutuk’u okuyuşunun ardından günlük siyasetten giderek uzaklaştı. 1928 Harf Devrimi başlangıç olmak üzere kültür sorunlarına eğildi. 1928 sonrası iç siyaseti ve yönetimi büyük ölçüde İsmet İnönü’ye bıraktı. Orduyu ise Fevzi Çakmak’a teslim etmişti. 1932 yılından itibaren, Avrupa’daki genel gidişat doğrultusunda, kendisine ‘şef’ denmesine karşın hiçbir zaman ülkeyi tek başına yönetmedi. Atatürk bundan böyle karizmatik kimliğiyle günlük siyasetin üzerindeydi. Kaynaklara bakıldığında 1927’de okuduğu Nutuk ertesi Atatürk’ün verdiği söylev ve demeç sayısı son derece sınırlı kaldı. Cumhuriyet’in onuncu kuruluş yıldönümü dışında, hatip olarak halkın karşısına pek çıkmadı. Toplantı yılı açış konuşmaları dışında, Meclis’e gelerek 1919-1927 arası olduğu gibi siyaseti belirleyecek konuşma yapmadı. Toplantı yılı açış konuşmalarını - Celal Bayar’ın katkılarıyla hazırlanan 1937’deki hariç - genellikle çok kısa tuttu.

"Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nün yayımladığı Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri de kanıtlıyordu. İlk ciltte 1928 sonrası on yıla 418 sayfanın 63 sayfası ayrılmıştı. Erzurum Kongresi’nden 1927 Kongresi’ni açış konuşmasına - ki Nutuk ayrı basılmıştı - kabaca sekiz yıllık dönemin söylev ve demeçleri ise 354 sayfa tutuyordu. Söylev ve Demeçler’in ikinci cildi de bundan farklı değildi. Toplam 286 sayfadan 1928 ve sonrasına 37 sayfa düşüyordu. Bu evrede en önemli hitabı Cumhuriyet’in onuncu kuruluş yıldönümü nedeniyle yapılan törendeki Onuncu Yıl Söylevi’ydi. Önemli bir kısmı protokoler ve diplomatik konuşmalardan oluşmuştu.”

Gerçekten de, Atatürk, "Cumhurbaşkanlığından ve başkomutanlıktan çekilip kendimi okumaya, mütalâaya vermek için bir köşeye çekilmeye hazırım.” der, 1930 yılında Alman gazeteci E. Ludwig’e. 1930’lu yıllar Atatürk’ün Çankaya yıllarıdır. Ancak inzivaya çekilmiş değildir. Günlük işlere ve siyasete pek karışmadan, tepeden, üstten yönetecek, yönlendirecektir. Üstten yöneticilik evresi dediğim budur.

1930’lu yıllarda Atatürk’ün Çankaya’da günlerini nasıl geçirdiği, ilgililerce özenle tutulmuş nöbet defterlerinden öğrenilebilir. Çağ Universitesi’nden Doç Dr. Murat Köylü’nün bu konuda yazdığı "Nöbet Defterinden Atatürk’ün Günlük Yaşamının İncelenmesi” başlıklı makalesini okudum. "Nöbet Defteri, Osmanlı Devlet geleneğinin bir devamı olarak devlet başkanlarının tarihsel değerleri olması nedeniyle hayatlarının ‘ceride’ halinde kaydedilmesinin en tipik örneklerinden biridir. Bu özelliği ile tarihi doğru yazmak ve algılamak konusunda büyük bir hizmet sunması bakımında önemli bir belgedir.” diye yazıyor Murat Köylü. Söz konusu nöbet defterini incelemesinden çıkardığı sonuçları şöyle sıralıyor:

"Nöbet Defteri, yaklaşık yedi yıl boyunca Atatürk’ün yaşamının gün ve gün kaydedildiği oldukça değerli bir belgedir. Özellikle Atatürk’ün günlük yaşam rutini hakkında fikir vermesi bakımından, yaşanan olayları bir fotoğrafı saran çerçevesi gibi araştırmacılara yol göstermekte ve yapılan çalışmalardaki doğruluk değerini artırmaktadır. Nöbet Defteri’ndeki kayıtlar incelendiğinde şu sonuçlara ulaşılmaktadır:

"1. Kesin bir uyku düzeni olmadığı, bazen sabaha kadar toplantılar yaptığı, gün boyunca da uyuduğu, bazen de 24 saatten fazla ve gün içinde de hiç uymadığı görülmektedir.

"2. Kabul edilenler bölümü incelendiğinde, çoğunlukla TBMM’de görüşülecek bir kanunla ilgili ya da uluslararası bir anlaşma konusuyla ilgili veya devletin önemli bir sorunuyla ilgili kimseler olduğu dikkat çekmektedir. 1935’den sonra da dil ve tarih konularında uzman kimselerin daha çok kabul edilmesi dikkat çekmektedir.

"3. Atatürk Haziran 1934 ortasına kadar genellikle Ankara’da Çankaya Köşkü ve Çiftlikte bulunan Marmara Köşkünde ikamet etmesine rağmen, bu tarihten sonra İstanbul’a Dolmabahçe Sarayı, Florya Köşkü ve zaman zaman da Yalova’ya gittiği görülmektedir.

"4. Uzun yurt gezilerini çoğunlukla trenle yapmasına rağmen, denize kıyısı illerde ise vapuru tercih etmiştir.

"5. Hastalığını başlangıçta önemsemediği, vücudundaki kaşıntıların kaplıca tedavisiyle geçeceğini düşünse de ancak 1938 Mart ayından sonra hastalığın ciddiyeti anlaşılmış ve yorucu toplantılara ve görüşmelere ara verilmiştir.

"6. Ancak Hatay Meselesi bu durumun istisnası olarak hastalığına olumsuz bir etkisi olmuştur. 19 Mayıs 1938’de Mersin’e yaptığı altı günlük yolculuk hastalığın olumsuz etkisini artırmıştır.

"7. Mayıs 1938 ayının sonundan itibaren sadece Başbakan ve önemli devlet yetkilileriyle bire bir görüşmelerinin haricinde geçmiş yaşantısına oranla oldukça yalnız bir dönem geçirdiği kaydedilmiştir.”

Gazi’nin 1930 yıllarındaki Çankaya mesaisinde öne çıktığını düşündüğüm üç konu var. Birincisi laiklik; ikincisi kültür, eğitim ve tarih; üçüncüsü dış ilişkiler...

Esasen, 10 Nisan 1928 tarihinde devletin bütün dinlere eşit mesafede olmasını sağlamak gerekçesiyle, 1924 Anayasasında yer alan "devletin dini İslamdır” ibaresi kaldırılmış ve laik hukuk devleti yolunda ilk adım atılmıştı. Laiklik ilkesinin Anayasa’ya katılması ise 5 Şubat 1937 tarihinde oldu. Cumhuriyet laiklik dışında düşünülemez. Elbette konunun nazikliği nedeniyle ilk günden ilân edilemezdi bu ilke. Fransız Devrimi 1789’da olmuştur, ancak yasal olarak laiklik ilkesi 1905 yılında benimsenmiştir. Türkiye o kadar beklemeden hareket etmiştir. Bunun değerini bilmek gerekir.

İkinci konu, yeni Türk insanının şekillendirilmesi bakımından önemli görülmüş. 1924 yılında, Tevhid-i Tedrisat yasası çıkarıldıktan kısa bir süre sonra, o günün dünyasında en önemli eğitim düşünürlerinden sayılan John Dewey 1923 sonunda almış olduğu davet üzerine Türkiye’ye gelmiş ve eğitim alanında neler yapılmasına ilişkin bir rapor hazırlamıştı. Nitelikli öğretmen yetiştirilmesi üzerinda durmuştu Dewey. Ayrıca Dewey 1935 - 37 yıllarında projesi hazırlanmaya başlanılan Köy Enstitülerin fikir babasıdır. Halk evleri ise 1932 yılında kurulumuştur. Türk Tarih Kurumu 1932’de Türk Dil Kurumu da aynı yıl kurulmuştu. Çağdaş okul ve toplum eğitiminin temelleri böyle atılmıştır. Türkçenin gelişiminin önü açılmıştı. Gerisini biliyoruz.

Tarih, Atatürk’ün özel ilgi alanı olmuştur. Amacı Türk insanının derin, güçlü bir tarihi olduğunu ortaya koymak, Türk ulusunu geçmişe yönelik olarak da oluşturmaktı. Anadolu’daki varlığımızın 1071 yılından çok daha öncesine dayandığını göstermek, dolayısıyla Türkü yaşadığı toprakla özdeşlemek istiyordu. Bu nedenle, tarih kadar antropolojiye merak sardı. Dönemin büyük antropologu Eugène Pittard, 1928’den başlayarak birçok kez Türkiye’de ağırlandı. Atatürk onunla birçok kez görüştü. Pittard’un ünlü yapıtı Irklar ve Tarih’i Atatürk’ün dikkatle okumuş olduğu anlaşılmaktadır. Pittard’ın eşi Cenevreli ünlü romancı Noëlle Roger idi. Kocasına eşlik etti Türkiye gezilerinde. Bu arada Türkçeye Gazi’nin Türkiye’si: Anadolu başlığıyla aktarılan bir kitap yazdı. Cumhuriyet’in Anadolu’yu nasıl dönüştürdüğünü görmek bakımından bir başyapıttır. Mutlaka okumak gerekir. Atatürk’ün yöneldiği tarih ve ırk tezlerini, tarih ve antropoloji bilimlerinin günümüzde vardığı düzey ışığında desteklemek güçtür. Ancak, Türklerin, sekiz / dokuz yüzyıl sonra kovulmak üzere oldukları Anadolu’nun gerçek sahipleri ve modern bir ulus olduğunu kanıtlamak çabasının varoluşsal anlam taşıdığını düşünüyorum.

Dış ilişkilere gelince, önce şunu vurgulayayım: Cumhuriyet döneminin Türk dış politikası 1930’larda Atatürk’ün önderliğinde en parlak dönemini yaşamıştır. Bazı olayları sıralayalım.

 – 1930 yılında Avrupa Birliği kurma çalışmalarına Türkiye de eşit üye olarak katılmıştır.

– Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos, 27-31 Ekim 1930 tarihleri arasında Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Ziyaretin üçüncü günü olan 30 Ekim 1930 tarihinde, "Türk-Yunan Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma ve Hakemlik Antlaşması” imzalanmıştır. Antlaşmaya, deniz kuvvetlerinin sınırlandırılmasına ilişkin bir protokol de eklenmiştir. Antlaşma ve Ek Protokol, onay belgelerinin 5 Ekim 1931’de Başbakan İsmet İnönü’nün Yunanistan’ı ziyareti sırasında karşılıklı sunulmasıyla yürürlüğe girmiştir.

– Türkiye 1932 yılında Dünya Silahsızlanma Konferansı’na etkin biçimde katılmış ve o forumda köklü silahsızlanma önerileri sunmuştur.

– Türkiye 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne davet üzerine üye olmuştur. Milletler Cemiyeti’nin 6 Temmuz 1932 günlü toplantısında üye devlet delegeleri Türkiye’nin davet edilmesini savunan coşkulu konuşmalar yapmışlardır. Yunanistan delegesi Dışişleri Bakanı Mihalakopulos’un sözleri özellikle kayda değerdir: "Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa Birliği Komisyonu’nun çalışmalarına da eylemli olarak katılmış ve daima barış için çalışmakta içten isteğini açıkça göstermiştir. İnsanlığa daha iyi bir gelecek sağlamak için, Türkiye Cumhuriyeti, yapılacak davetin şerefine hak kazanmıştır… Yunan delegeler, Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesini özellikle selamlayacaklardır.”

– Türkiye’nin öncülüğünde ve Yunanistan, Yugoslavya, Romanya’nın katılmalarıyla, 9 Şubat 1934 tarihinde Atina’da, bölgede artan tehdit ve tehlikelere karşı Balkan Antantı diye bilinen ittifak anlaşması imzalanmıştır.

– 1936 yılında Montreux Antlaşması imzalanarak Boğazlar Türkiye’nin tam egemenliği altına alınmıştır.

– 1937’de, Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında, Sadabat Paktı diye bilinen dörtlü saldırmazlık paktı imzalanmıştır.

– Bütün bu dönem boyunca Atatürk, Mussolini’nin, Hitler’in yükselişine karşı bir tutum içinde görülmüştür. Nitekim Mussolini’nin Akdeniz’de yaptırdığı saldırılara karşı Avrupa işbirliğini öngören Nyon Konferansı’na ve sonuçlarına katılmamız Atatürk’ün yönergesiyle olmuştur.

– Atatürk’ün öncülüğünü yaptığı, Hatay’ın Türkiye’ye katılım süreci 1939 yılında sonuçlanmıştır.

Evet! 1938 yılını geçtik. Aziz Atatürk, geride, hızla çağdaşlaşan, her bakımdan gelişmeye açık, uluslararası toplumda saygın yer edinmiş bir Türkiye bırakmıştır. Daha sonraki gelişmeler ile ilgili yakınmalarımız varsa sorumluluğu bizimdir, onun değil. Çözümlenmemiş sorunları Cumhuriyet zemini üzerinde bizlerin çözümlemesi gerekirdi. Atatürk görevini yapmıştır.

Evet! Topluma karşı görevini yapmak Atatürk’ün hepimize aşılamak istediği bir yurttaşlık bilincinin gereğidir. Bu bakımdan kendisi hepimize örnek olmuştur. Atatürk’ün bizleri nasıl kurtardığını, bizler için neler yaptığını anımsamaya çalıştık. Kuşkusuz. Atatürk kendi görevini, kendine görev bildiğini yaptığı için mutlu olmuştur. Ancak kişisel yaşamında, özel dünyasında da mutlu olmuş muydu Atatürk? Bu soruya kesin bir yanıt vermek olanaklı görünmüyor. Bununla birlikte Atatürk’ün kişisel yönüne de bir bakmak gerekir, onu biraz daha iyi anlayabilmek için.

Atatürkümüz üzerine değişik bir kitap: Atatürk / Anatürk, (Alfa, 2011). Vamık D. Volkan ile Norman İtzkowitz yazmışlar. Volkan’ı üst düzey hekim ve ruh bilimci olarak tanıyoruz. İtzkowitz de tarih ile psikanalizi harmanlayan bir bilim adamı. Ruh bilimleri insanın içini okuma sanatıdır. Kişiyi karşına alıp konuşmak bu sanatın uygulamasında en iyi yöntemdir. Bu olamıyorsa, kitaplar, anılar, tanıklıklar yoluyla kişinin ruhunu okumaya çalışılabilir. Volkan ile İtzkowitz’inki bu türden bir girişim. Atatürk’ün iç tarihini yazma girişimi de denebilir.

Psikanalize göre, anne baba oğul üçgeninde başlar olağan öykü. Oğul anneye yakınlaşmada babayı rakip görür, baba otoritesine karşı dururken onun yerine geçmek de ister. Öyleyse baba oğul ilişkisi belirleyici olacaktır. Hitler annesini taparcasına severmiş ama babasından Allahın her günü dayak yermiş. Sonuç ortada: bağırdı çağırdı, milyonların canına okudu, gene de babasından hııncını alamadan gitti. Atatürk için, tersine, baba, daha sonra öğretmeni, olumlu model. Babaya benzeme eğilimi daha güçlü oluyor o zaman. Çağına göre ilerici baba ve öğretmen, Atatürk’ün zihninin yolunu açmışlar. Babanın erken ölümü de babanın yerine geçmeyi zorunlu kılmış. Anasını, bacısını korumak artık onun görevi. Yazarlara göre Atatürk’ün kişilik evriminde püf noktası burası. Anneyi koruma güdüsü zamanla öteki insanları, giderek ulusu kapsayacak şekilde gelişmiş. Atatürk, Namık Kemal’in "... Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini / Bulunmaz kurtaracak bahtı kara maderini” dizelerini okurken, ikinci dizeyi "bulunur kurtaracak bahtı kara maderini” diye değiştirmiş, daha önce gördüğümüz gibi. Demek ki, anneden vatana, zamanla, koruyucu, onarıcı, kurtarıcı bir kişilik yapısı oluşmuş, oğuldan ataya. Belki de askerliği seçmesinin nedeni de bu: daha iyi koruyucu olmak. Oysa dindar annesi onun imam olmasını istemiş. Neye niyet, neye kısmet!

Yazarlar, Atatürk’ün başta annesi olmak üzere, kadınlarla ilişkisini ayrıntılı incelemişler. Zübeyde Hanımın oğlunu geliniyle kolayca paylaşamayacak etkili bir ana olduğu anlaşılıyor. İkinci bir evlilik yapmayıp oğluna sürekli yakın kalsaydı onun üzerindeki etkisi ne olurdu, Atatürk’ün yaşam çizgisi değişir miydi? Atatürk’ün üvey babasıyla ilişkileri de en azından bu kitapta sorular içinde bırakıyor okuru. Atatürk’ün ilişki kurduğu kadınlar arasında gönlüne en yakın olanı hangisiydi? Ben Corinne olduğunu düşünüyorum. Fikriye, Atatürk’ün özel tarihinin bence en trajik kişisi. Onun hayatını, intiharını ancak Tolstoy’un yazabileceği canlı bir roman olarak görürüm hep. Atatürk’ü de çok sarsmıştır Fikriye’nin ölümü. Yoksa şu dizeleri yazar mıydı?

 

"İçsem de bir kadeh hayat iksirinden,

Zamansız ayrıldım, bilinsin Fikriye’den.

Bakmadım ki doyayım o narin ellerinden,

Ümmid-i aşkım saracak seni cefakâr teninden.”

 

Latife ile evliliğin ne yazık ki kısa sürmesi de ne büyük düş kırıklığıdır Mustafa Kemal için! Neden? Latife Hanım hiç konuşmamıştır. Soylu susku! Artık birçok sorunun yanıtı tarihin sfenksine emanet. Atatürk manevi oğlundan daha çok Zübeyde Hanım’a göz kulak olmasını beklerken manevi kızlarının çağdaş Türkiye’nin örnek yurttaşları olarak yetişmelerini istemiş, belki onlarda teselli aramıştır. Zehra’nın öğrenim için gönderildiği İngiltere’den dönüş yolunda intihar etmesi de üzmüş olmalıdır Sarışın Kurdu. Gene de Afet’in tarihçi, Sabiha’nin pilot olarak yetişmeleri mutlu etmiştir onu. Son kızının adının Ülkü olması raslantı değil. Atatürk’ün manevi kızlarına yönelik tavrı ataerkil bir koruyuculuktan öte, kadını erkekle eşitlik konumuna getirme amacını taşımıştır. Ülküsü bu olan bir önderin ülkesinde kadınla erkeğin eşit olmadığını söyleyenlerin seçim kazanabilmeleri, toplumumuz açısından varoluşsal bir çelişki değil midir?

Atatürk gibi müstesna, güçlü bir kişi hayatını, kendini bir başkasıyla paylaşabilir miydi? Kısa ömrünün son dönemlerinde, Çankaya’da canının sıkıldığı, yalnızlığın mutsuzluğunu dile getirdiği günlerde böyle bir paylaşıma gereksinim duyduğu kanısındayım. Gel gör ki, insan yazgısının belirleyicilerinden biri de kişilik yapısıdır. "Ben yalnız ve müstakil bulunmayı daima tercih etmiş ve sürekli olarak öyle yaşamışımdır.” diyen bir kişidir Atatürkümüz. Bu tür kişiler kendi kendine yeterli olur, toplumdan kolayca uzaklaşıp kurdukları özel dünyada rahatça yaşayabilirler. Bunu yapabilmek için kişiliğin toplumsal, tarihsel boyutlarını bastırmak gerekir elbette. Atatürkümüz ters yönde ilerlemiş. Bence askerlik eğitiminin etkisiyle kişiliğinin toplumsal, tarihsel boyutlarını bastırmak yerine geliştirmiş. Toplumunu, ülkesini kendi içinde duyumsar olmuş. Yalnızlığı sevse bile kendi içinde çoğullaşmış. Yoksa, "Ben mi getirdim memleketi bu hale? Bana ne kardeşim?” der, kendi kozasını örer, oradan da ahkâm keserdi. Atatürk’ün izlediği çizgi, kişiliğinde bulunduğu anlaşılan kurtarıcı olma güdüsünün ötesinde yurtsever bir aydın sorumluluğunun en yüce örneğidir.

Psikanaliz bilinçli seçimlerden çok bilinçdışı belirleyenler üzerinde durur. Atatürk sürekli kendini aşma çabası içinde olan insandır. Bu da belki iyi babadan daha iyi olmak ya da kötü babayı alt etmek güdüleriyle açıklanabilir ama ben Atatürk’ün kendini aşa aşa yaşamayı bilinçli seçtiğini düşünüyorum. Sıradan, giderek yoksul bir Osmanlı ailesinden yola çıkarak yeni bir devlet kuruculuğuna varan bir insandan söz ediyoruz. Askeri okula girmesinden son günlerine kadar Atatürk hep kendini geliştirmenin, daha iyi, daha çok yapabilmenin peşinde olmuş, yeniliğe de, yengiye de doymamıştır. Bu yönünü yükselme ve hüketme hırsı olarak açıklamak bence yetersizdir. Ben Atatürk’de tarihin, toplumsal olayların kurbanı, nesnesi olmamak isteyen, tersine tarihin öznesi olmaya, kendi kaderini kendi belirmeye çalışan güçlü, örnek bireyi görüyorum.

Atatürk’ün Cumhuriyet’ten beklentisi budur: Sürekli daha iyiye doğru kendini aşan Cumhuriyet. Atatürkçülük 1920’lerde, 30’larda donup kalmak değildir. O dönemde Atatürk ne kadar ilerici, yenilikçiyse bugün de o kadar ilerici, yenilikçi olabilmektir. Atatürk bize kendimizi aşmayı öğretmeye çalışmıştır. Cumhuriyet demek sürekli kendi aşmak demektir. Ülkümüz budur.

Yaşasın Türkiye!

Yaşasın Cumhuriyet!

Yaşasın Atatürk!

 

 

* 28 Ekim 2025 günü ASKEV’de (Bilginer - Melin Avyalık Sanat Kültür Eğitim Vakfı) yaptığım konuşmanın yazıya dökülmüş hali.


ATATÜRK VE NUTUK - I  Oğuz Demiralp     119
ANILARIMDAKİ MEMET FUAT  Eray Canberk    119