Kayda Geçmemiş Sivil Av Tutanağı

KİBRİT
Tahtakurusu davul gibi. Yer döşeğindeki çocuğun boynu benek benek. Bir kibrit yakıp tahtakurusuna tutuyorsun. Patlıyor. Kan duvarı noktalıyor.

Yapmasaydın iyiydi, diyor kadın.

AĞIZ
Kadro yine aynı masada. Rakı içiyor, sohbet ediyorlar. Pastırma yazından kalma bir kasım günü. Işığı solgun, yavan. Ayaklı saksılardaki beyaz krizantemlerde daha çok.

Dostlukları eski. Zamanında sınanmış, gerektiğinde uzaklaşılmış, birbirine dönüldüğünde kenetlenmiş aralarındaki bağ. Aydınlık, temiz, tavanı yüksek bu pasaj avlusundaki buluşmalara yeni katılan biri var bugün. Hemen uyum sağladı onlara. Sohbetin ritmine katılmasındaki idmanı kutluyorlar.

Lodos dura dinlene esiyor. Bulutları küremiş dışarıda. Sokak satıcılarını serseme çevirmiş. Gece gezen köpeklerin uykusu huzursuz. Ama şimdi gözümüz içeride. Sert bir tavır takınıyor ve karşılıklı açılan pencerelerden birini pat diye kapatıyor rüzgâr.

Masadakilerin ağzı aynı anda aralanıyor. Başlarını çevirdiğinde, sese ağızlarıyla baktıklarında. Yüzleri aynı. Özel çaba gerektiren bir aynılık bu.

Şaşkınlığın süresi kısa. Yeniden masaya dönüyor, kuruyan boğazlarını rakıyla yumuşatıyorlar. "Biz, hepimiz biriz,” diyor baştaki. Başlar hafifçe büküldükten sonra birer çatal alınıyor peynirlerden.

Ağız, yüzdeki organları yutmuş. Tek ve hür artık. En çok da gözün dikkatini ele geçirmiş. Konuşanı dinlerken aralı dudakların incecik kasılması, sohbete eşlik edişi muazzam.

Kulakları umursamıyor ağız. Nedense onları devre dışı bırakmış. Kulak da ötekilerinden geri kalmamak için, ağıza yaklaşıp yutulmak için durmadan büyüyor. Sarkmaya başlaması yeni ama. Yıllarca öğretmeni, karısı, patronu bükmüş, çekmiş, küpelemiş; dikteye, hükme, ikna sözlerine gram esnememişti. Tersine büzüşmüş, içine çekilmiş, küçülmüştü. Şimdi kulak kendi kendine asılıyordu.

Somut bir otoritesi kalmamıştı artık. Kimi ölmüş, kalanları da aklınca devirmişti. Tavrı seçmeci şimdi. Her şeyi duymuyor sözgelimi. Aklına yatanları hayatına katıyor, bununla ilgili yapılacak bir iş olursa anında kendine komut veriyor, alıyor ve derhal uyguluyor. Duymak istemediğini, ses olarak bile işitmiyor. Ne büyük bir özgürlüktü bu. Bu noktaya gelebilmek için neler feda etmişti kulak.

Masadakilerin bir şeyleri saklamak gibi bir ihtiyaçları yok. Duyularının çoğunu devre dışı bırakmışlar. Belki kullanılmamaktan. Belki zamanında aşırı kullanıldığından. Ağızları ve elleriyle görüyor, kavrıyor, ölçüp biçip değerlendiriyorlar.

Homurdanmalarındaki kuru tınılar eşsiz. Birbirlerini dinlerken ağızların kasılıp gevşemesindeki ölçü de neredeyse aynı. Duydukları güven başka hiçbir şeyde yok. Bize bizden başkası gerekmez; tasasız, mutlu bir aileyiz biz, diyorlar sık sık.

Garsonların da mekâna nadir uğrayan patronun da onları herhangi birine anlatacağını sanmıyor. Anlatılacak bir şeyleri de kalmamış. Öyle söylüyorlar. Buzluğa yatırılmış rakı şişesine serum, rakı dolu bardaklara floresan lamba dediğimizi, bunlarla ilgili şakalarımızı, birbirimize ne söylersek söyleyelim kısa hecelerle homurdanmalarımızı kim, ne yapsın?

İzleyicilerden birinin de kalkıp anlatacağını sanmıyor. Olağanüstü bir kavrayışla görmelerine rağmen. Kalemi kişisel harcamalarının kaydını tutarken kullanıyorlar sadece. Ama belki içlerinden biri çıkıp şöyle diyecek: Bir zamanlar kaşını, gözünü, burnunu terk etmiş kadınlarla adamlar yaşadı. Ağızları dışında yüzlerinde hiçbir organa gerek kalmamıştı. Gerisi fazlalıktı, yorgunluğa sebep oluyordu. Terk ettikten sonraki hafiflemeyi duymak için onca ağırlığı yüklenmeye değerdi.

Ağızları yetiyordu her şeye. Hayatın tadını yeni yeni başlamışlardı almaya. Peki sadece buluştuklarında mı böyleydi bu? Dağılıp evlerine gidince; orada ağız hürriyetini teslim ediyor muydu organlara? İşte onu kimse bilmiyor. Bilinen bir şey daha var ama. Lodosun böyle sert estiği zamanlarda, eşyanın üstünü hüzünlü bir ışık kapladığında, nedense uykularında bile kendileri olamıyor hiçbiri.
 
"Örümceğin bütün sermayesi dikkatiydi,” dedi ve sustu.

Başımı göğsüne koydum. Bacağımı da beline doladım. "Ne oldu örümceğe,” dedim.

"Uykusuna yenildi,” dedi.

"Şehvetten sonrakine mi?”

"Hayır, öyle değil. Rüyasında ağını gören kelerin uykusuna.”

Çenemi kaldırdı, burnumun ucundan öptü sonra.
 
PİS’KUN
Bir zamanlar dağların, kıtaların henüz kendi adını bilmediği devirlerde; çayırlar, yarlar, nehirler gönüllerince esner, genişler, uzanır iken; Musa’nın, İsa’nın muştucusu taş altında derin derin uyur iken; Montana’daki minicik köyünden dışarıya adımını dahi atmamış; bakışı, görüşü, duyuşu kimseye benzemeyen, benzemediği için de hep yalnızlığıyla sınanan Luyin adında bir kadın yaşadı. Köyünde kıtlık başlamıştı. Küplerindeki yiyecek iyice azalınca Luyin de sık sık güçten düşüp uzun uzun uyuyordu. Rüyasında durmadan yürüyordu ama. Eskisi gibi sağlıklıydı, dinçti. Uyandığında sivri uçlu bir taşla, tekrar eden her rüyası için duvara bir çizik attı. Luyin, kırk gece boyunca rüyasında Avrupa’nın geniş ovalarında gezindi durdu. Gezdiği yerlerin neresi olduğunu bilmiyordu elbette. Sürü avının kurbanı ilk insan olacağından da habersizdi. Luyin, kırkıncı gecenin sonunda kendini ovanın ucunda, derin bir uçurumun başında gördü. Gece değildi, gündüz de değildi. İkisinin kıyısında bir yerdeydi. Serin esinti ürpertiyordu tenini. Yarığa bakarken yumuşayan ve içine alan o koyu sessizliği duydu, ilk defa oluyordu bu. Sınanacağı hiçbir şey kalmamıştı. Tüy kadar hafiflemişti. Birdenbire başını çevirdi, ova buffalo sürüsüyle dolmuştu. Sürü ağır ağır kendisine doğru ilerliyordu. İşte o sırada yanında beliren yaşlı kadını gördü. Buffalo başından yapılmış başlığı kafasına geçirdi kadın. Belinden kalın bir çubuk çıkardı. Hayvanlara doğru ilerledi ve tepinerek dans etmeye başladı. Çalıların arasından çıkan adamları gördü sonra. "V” biçiminde bir hat boyunca, bağırarak koşan adamlar sürüyü çabucak kuşattı. Yaşlı kadın en arkadaki buffaloyu şaşırtıp koşması için kışkırtıyor, tepindikçe tepiniyordu. Neye uğradığını anlayamayan hayvan tek yapabildiği şeyi yapıyor; koşuyor, boynuzuyla önündekilere çarpıyor, onun telaşı bütün sürünün koşmasına neden oluyordu. Buffalolar toprağın tozuna bulanmıştı. Uzaktan bir yerden taze yakılmış otların kokusu geliyordu. Ama toz tütsülenmiş havayı boğuyordu. Luyin derinliğin o yumuşacık sarhoşluğuna kapılmıştı. Kıpırdayamıyordu yerinden. Ayakları ağırdı. Gözü dönmüş buffalolar gittikçe yaklaşıyor, Luyin ise hareket edemiyordu. Yeniden yanında belirdi yaşlı kadın. Kafasındaydı başlığı, çubuğunu uzatıyordu. "Pis’kun,” demişti kadın, "Pis’kunu al ve tut elimden.” Sesi bir kuyunun dibinden geliyor gibiydi, sesi izledi Luyin; bedenlenişini, ilerlediği hattı. Üstünde buffalolar sürüklenmeden, uçuruma düşmeden, sadaklarını kaldırmış adamların üst üste yığılan hayvanlara attıkları ok yağmurunu görmeden, her şeye rağmen uyumanın sonsuz dinginliğinde kaybolmadan hemen önce.

Köy Hayatı: Meyhane  88
Bende Kalan "Misafir"  Sina Akyol    88