GÜLTEN AKIN İLE SÖYLEŞİ
Ankara, 06 Mart 1997
TOBAV’ın 1997’de gerçekleştirdiği "Aydınlanmanın Işığında Sanat İnsanlarımız” etkinliğinin ikinci bölümünde yer alacak olan Gülten Akın için anı kitabı hazırlamaya karar verilmişti. İlk bölümde yer alan sanatçılar (Vedat Günyol, Oktay Akbal, Salâh Birsel, Fakir Baykurt, Orhan Asena, Timur Selçuk) için hazırladığım kitapların devamında Gülten Akın vardı. O nedenle kendisiyle Ankara’daki evinde buluşup bunun ilk adımı atmıştık. Fotoğraf albümlerini, arşivini gözden geçirmiş, gerekli gördüklerimi dijitale aktarmıştım. O arada da Gülten Akın’la uzunca bir söyleşi yapmıştım.
Burada okuyacağınız söyleşin bunun bir bölümünü içermektedir.
***
Gülten Akın, çağdaş şiirimizin ustalarından. Şiirinin çıkış kaynağında "İkinci Yeni”ye yakın duruş gözlense de, Akın, bir zaman sonra şiirinin kendi yatağını geliştirmiş, özgün bir sesi yakalamıştır. Akımlara, dönemlere sığdırılamayacak bir şiir yoludur onunkisi. Şiirinin bütün gelişme evrelerine dönük yaptığım uzunca söyleşinin bir bölümünü yayımlıyoruz.
⎯ Derin bir yalnızlığı ve kederi anlatıyorsunuz Uzak Bir Kıyıda' ki şiirlerinizde. Yaşanılan hayatın çetelesinden izler, ayıklamalardan sesler... Ve bir kıyıda bir ömrün içsesini duyuruyorsunuz. İmge yoğunluğu alıp başını gidiyor... Bu içerlek söyleşiyi konuşalım isterseniz...
⎯ Yalnızlık ve keder bu kitapta değil salt, önceki şiirlerimde de yer yer görülür. Bundan birazcık suçluluk duymalı mıyım acaba? diyorum. Aşırı duyarlı bir yapım var. "derin” diye niteliyorsunuz "Uzak bir Kıyıda”ki yalnızlık ve kederi. Bu doğru. On yaşıma kadar içi içine sığmayan, coşkulu bir çocuktum. Bu coşku ve keyif ikinci Dünya savaşı sonrasının Ankara karmaşası içinde söndü gitti. Şiir yazmaya başlayışım o günlerdedir. Demek ki coşku açıktan sürdürülemeyince yeraltına geçmişim. Kabul edemediğim bir hayata tepki. Ama o yapı kendini bir biçimde, sahiciliğiyle dışarda da varetmekten vazgeçmiyor. Sahiciliği, bur uğraşta, bir duruşta genellikle sanata değgin bir yaratıda görünür kılıyor kimimiz. Benim sahiciliğim şiirlerimdi.
Son yıllarda, özellikle son iki yılda zorlandım.
Dünya hasta, çoktandır. Savaşlardan, insanların insanlara ettiği zulümden, haksızlığın, insana yakışmayan durumların herkes farkında. Çok uzun zaman üstesinden gelinebileceği kuvvetle umuluyordu. Kendimize güveniyorduk, az sayıda da olsak. Ben kendimi, şiiri, dağları düzleyecek güçte görüyordum. Ama özel yaşamdaki dertler de dünyanın yüklerine eklenince taşıma zorlaştı.
Umut bende sürse de, şiirlerdeki derine, daha derine inme o yüzden.
⎯ Ben"in deyilenişi... Bir yanınız doğa/hayat, öte yanınız iç'in yansısı/insanın hâli... Çekildiğiniz kıyıdan bunlara bakıyorsunuz... Sizi burada yazmaya / şiir söylemeye götüren duyguyu açmanızı istiyorum.
⎯ Benim salt kendimi yazdığım şiir azdır. İnsanın, kanunun her hali de benden geçtikten sonra, içselleştikten sonra yazılıyor. Başkası, başkaları, öteki şeyler ve ben, şiirde birlikte varoluyoruz. Hayatta da öyle değil mi?
Çekildiğim kıyı olağanüstü güzel ve tenha. Tenhalık, kendine dönmeyi sıklaştırıyor. Bir de günlerce insan yüzü görmediğim kış günleri. Dönülüyor geçmişe. Nirengiler, ayrıntılar. Çok berraklaşıyor her şey. Üstünkörü ansımak daha bir işimize gelir erken yaşlarda. Hayat hızıyla, bütün diriliğiyle bizi çeker götürür. Gelecek geçmişten çok çok daha önemlidir. Sorumluluklarımız vardır.
Bunca yalnızlık, dinginlik getiriyor. Varolan öfke azalıyor.
"Sonra İşte Yaşlandım”
Öyle de, kabul edemeyeceğiniz şeyler yerinde durmaktadır. Kendinizi halâ dünyanın gidişinden sorumlu saymaktasınız. Umudunuz azalsa da vardır. İnsanın hali incitmeği sürdürür. Afganistan, Filistin, Irak ve pek çok ötekiler, atılan bombaların, yok edilenlerin, özellikle çocukların derdi kavurur sizi. Hadi yazma da görelim.
İşte ol hikâyat budur.
⎯ Kuşatılmış kentlerin, tarumar olan hayatın ırağında; yaşadığınız bu kıyıda şiirin sağaltıcı kanatlarına sığındığınızı söyleyebilir miyiz?
⎯ Şu sıralar ben şiire sığınamıyorum da şiir bana sığınıyor. "Nasıl yaparsan yap, bir dil bul” diyor. "Bul ki gereğince söyleyeyim.” Yıkılan kentlerin, yok edilen bunca ahvalin dilini arıyorum var mı? Şiire beni derinden etkileyen bu ahvalin dilin arıyorum durmadan. Yazdığım şiirle ancak yaraya dokunabiliyorum. Kendi yarama ve dünyanın yarasına. Sözün hiçbir biçiminin yetmediği yerlerdeyiz.
⎯ Bu dinginlikte, yeryüzünün sesini dinleme ortamında mutsuzluğunuzun dili şiirinizin de tözünü oluşturuyor... Şairin sığınacağı gerçek kendi dili... Bunu da en arı/yalın biçiminde kullanıyorsunuz... Saflaşmış, ayıklanmış bir şiir... Düşünce kıvamını ötelemeyen, duyguyu örseleyen şiirler... Bunu açalım istiyorum.
⎯ Mutsuzluk sözcüğü daha çok insanın özeline aitmiş gibi gelir bana. Elbette mutsuz olduğum ve mutlu olduğum durumlar var. Mutsuzluk sözcüğü yerine çağı acısı, insan acısı gibi bir kavramı düşünsek nasıl olur?
Şiirimin tözü yaşamın kendisinde. Kişisel ya da toplumsal izleklerle bu tözü iletiyorum. Çoğu kez kederli ama epeyce de umutlu, dirençli. İnsanın kendi ayırdına varacağından, ben yerine biz diyeceğimiz günün geleceğinden kuşku duymadan.
Dil’e gelince; O durduğu yerde hiç durmuyor. Durmasını da beklemiyorum doğrusu. Akan ve değişen bir gerçeklik, doğa gibi, dünya gibi, insan gibi. Değişmeyen gerçek, her şeyin değişeceği gerçeği.
Her şiir kendi diliyle geliyor. Bakmayın kitaplarda toplandıklarına, gönül istiyor ki her biri bir kitap sayılsın.
Düşünceyi ve duyguyu, betimlenmesi anlatılması kolay olsun diye mi kategorize ediyoruz, bilmiyorum. Bir arada olan, ayrılan, çoğu kez iç içe geçen bu kavramları biz, görünür hale geçtikten sonra ürün ya da eylem içinde fark ediyoruz.
Şiirde saflaştırıp, ayıklayacağınız şey duygu’dur. Bunu düşünerek yapabiliriz. Ancak o zaman yazdığımız yazı şiir oluyor. Kıvamını izlek belirliyor.
⎯ Bir çağrıdır her bir şiiriniz. Dünyanın seyrine bakarken, yaşanılan altüst oluşun kederini bir karşı koyuşla sağaltmaya yönelirsiniz. Gördüren/baktıran/hissettiren bir şiir... Rüzgâr Saati (1956) ile başlayan; Kırmızı Karanfil (1971) yeni bir seyir alan; İlahiler (1983) ile yatağını genişleten bir şiir yolu kurdunuz... Bu üç evre; hem şiirinizin tanıklığını, hem de yaşadıklarınızın bir dökümünü getirir... Çıkış kaynağınızda belirgince yer eden lirik söyleyiş dilsel tavır poetikanızın kuruluşunu simgeler. Bunu geliştirerek sürdüregeldiğinizi gözleriz. Dilerseniz bu lirizmin kaynağını konuşalım önce...
⎯ Sorunuz, sizin de benim gibi düşündüğünüzü gösteriyor. Sevgili Andaç şiirime bakışınız için size teşekkür ederim. Bana "Rüzgâr Saati”ndaki şiirleri yazdıran, coşkuyla, aşkla kendini açıklayan gençliğimdi. Kendimi hep aşk içinde bildim. Daha sonraları da. İçim içime sığmazdı. Dikkatinizden kaçmamıştır, "Kestim Kara Saçlarımı” ve "Sığda” da gerileyen bir şey var. Bu aşk değil, aşk hep sürdü. Günler bazen beklenmedik, bazen istenmedik şeyler getiriyor. Bir yandan içinizden içinizden büyüyorsunuz, büyümek zordur; öte yandan giderek artan sorunlar, sorumluluklar. Olan bitenin, düşlerle arasındaki açı genişliyor. Şiir uzaklaşan düşlerin peşine düşerek, lirizmiyle bir sığınma yeri oluyor. Elbette hem şair için, hem okur için. Lirizmi sağlamak dilsel birikimle çok ilgili. Tanıklıklar yetmiyor.
⎯ Dilsel tavır... Halk şiirinin kaynağından beslenen bir söyleyiş özelliği gözlenir... Şiirinizin bu yanını açalım biraz da...
⎯ Dil, ilk yazdıklarımdan başlayarak, konuştuğumuz dil oldu, halkın dili. Anadoluda konuşulan dilin kıvamı, şiir için ham gereç olarak doğru, doğal, güzel geldi. Dilimin tadından vazgeçemedim. Bir süre sonra bu tutum duygusal olmaktan çıktı. Türk Dil Kurumunda derleme kolunda çalışma sezgi düzeyinden bilinçli karar düzeyine ulaşmamı sağladı. "Halk Dilinden Derlemeler” sözlüğünün hazırlanması sürecine katıldım yıllarca. Sözlüklerin tanıtımı amacıyla bir de kitapçık yayımladım. Dilin gelişmesi üstüne düşündüklerimi açıkladım orda. Bu sözcüklerin birer gömü olduğunu, konuştuğumuz dile oradan pek çok sözcük aktarabileceğimizi, yazın dilinde tek sözcükle karşılığı olmayan pek çok kavramın da kazanılacağının örnekleriyle gösterdim. (Karıkmak: Kardan rahatsız olmak, eğnenmek: Giyinmeden sırda almak.. gibi.)
1959-1972 arasında Anadolu’nun çeşitli ilçelerinde yaşadım. Halkın dilinin dayandığı yaşam temellerini yakından gördüm. Büyük ölçüde paylaştım. O dönem siyasal açıdan ufkumu genişletecek çok kitap okudum. Şiirlerim bireysel düzlemden toplumsal düzleme ağdı.
Şiir yazma, salt estetik sorunsalı değil, etik sorunsalı da göz önünde tutmayı gerektiriyordu. İkisini bağdaştırma, ulaşmak istediğim kitlenin diliyle daha kolay olacaktı. Seçtim ve İşledim.
Arka planda bir yaşam ve yaşam bilgisi birikiminiz yoksa, kullandığınız dil redde uğrar. Bildik dünyadan seçtiklerimi, bildik dilin imkânını aşarak, izleğe uygun estetik sözel yapıyla şiire taşıdım.
Bunu biraz açarsak: Kitleye yönelik şiir yazdığımda göndermelerinin açık, anlamı yakın kovalayan bir yapı içinde olmasını sağladım. İzleğim genel insanî ya da bireysel olduğunda atıflarımı geniş dolayımla gönderdim. İmgeye, simgeye, benzetmeye ağırlık vererek anlamı geliştirdim. Çok boyutlandırdım.
⎯ Uzak Bir Kıyıda ile geldiğiniz noktada, şiirinizdeki imgelemin sınırlarını genişlettiğinizi gözleriz. Bu genişleyen çizginin yansılarının derlendiği günlere/anlara/mekanlara uzanalım istiyorum.
⎯ Uzak Bir Kıyıda biraz yorgun, bir hayli yaşlı dönemde yazdığım şiirler. Salt beden değil, ruh da dinginliği özlüyor. Bu kıyı Ege’de, Edremit körfezinin karaya en çok girdiği noktada doğanın nesi varsa cömertçe bağışladığı bir kıyı. İdalarla Mardalar arasında küçük gölü, ortasında adası olan olağanüstü güzel bir köşe. Yazlık evler var. 3-4 ay dışında iyice tenhalaşıyor. Evim, sobalı, kocaman verandası olan bahçeli, küçük bir ev. Kışın iyice yalnızım diyecektim ama, o kadar değil. Sitenin köpekleri var. Sahiplerinin yazın bakıp kışın terk ettiği köpekler, kediler var. Bir de kuşlar. Güzel kuşlar. Mavi kanatlılar, kızıl göğüslüler, kara donlu kırmızı gagalılar, serçeler, otlar, çiçekler, ağaçlar. Günbegün büyümelerini izliyorum, çocuklarım gibi. İşte mekân bu.
Bu kentlerden uzak ama dünyayı da eve taşıyan televizyon, gazete var, bir de telefon. Günü izlemede kaybım olduğu söylenemez ama medyatik dile çevrilmiş; ilginç değil. Kış zorlu geçiyor. Sevdiklerimi yanımda istiyorum. Çelişkili bir hayat. Eksiğimi eskiye giderek, şiirde geçmişle gün arasında gelgitler yaparak gideriyorum.
İşte günler, anlar.
⎯ O duygu atlasının izlerinden söz eder misiniz?
⎯ Gidip dönmeler salt geçmişle şimdi arasında değil. İçinde yaşadığım dingin, onarıcı ortamla medyadan yansıyan kar, ateş, terör, yoksulluk çaresizlik arasında da var. Kahredici bir duygu. Karadan başka renkleri silmeye yok etmeye hazır.
Güzel günler, anlar yok mu? Var elbette. Hep onları yazabilsem keşke.
"Duygu atlasının izleri diyorsunuz. Bunu için uzak bir kıyıda yazılan şiirlere bakmalı. Kitap, "Bütün öyküleri yazıp tüketti/Bir kendi öyküsü kaldı içerde! Dizeleriyle başlıyor. "Ne türlü koysak az, sözcüklerden / gerçeği düşsel inceliklere” .. demiştim. "Sığda”yı yazdığım günlerde. Evet, şiirin gerçeği iz ve gölge düzyazıya çevirmemi mi istiyorsunuz benden? Şimdi ne iz kalacak ne gölge.
Örnekse; "Kar Soğuğu”nun mekânı ıssız bir düzlükte, bahçeler ortasında bir ev. Kış başlayınca dağlardaki kar soğuğu rüzgârlarla çarpıyor eve. Bu ıssızlıkta ses büyüyor. Ses olmayan her şey de şiire dönüşüyor. Evde bir kadınla bir erkek. "Biz azaldık dedim, dünya da eksildi” o insanı yoran ve yoşutan aşk ve hayat dinmiştir, kimi güzellikleri de alıp götürecek.” Biz azaldık, dünya da eksildi / çapaklar ve kılçıklar temizlendi aramızda…” Öyle mi?
Ruh aşkın ikizi olmuşsa sormayı sürdürür: "Aşk nerede?” adam yanıt verir: "Aşk sessiz dolaşır, bir yerlere yağmur yağıyordur, öyle”
Yanıt yaraya merhem olmamıştır. Kadın kararır:” Eksilenleri topladım, işte hepsi / geride az bir şey kaldı”..
An da mekân da kararır ve susar.
Bir sinopsis ya da anlık bir oyun yazmış oldum. Şiirlerimin çoğu biçem olarak dram özellikleri taşır. (lirizmi elde tutarak.) görüntülerle duyurur, anlatmaktan çok. Bu kitaptakiler de öyle. Ancak kimi şiirler göstermekle yetinmez, anlatır da. "Mavi Kuş” bölümündekiler öyle. Mehmet H. Doğan’ın da söylediği gibi geçmişle gün arasında gide gele yazdıklarım da oldu. Geçmişin özlediğim ayrıntıları ve nirengileri var. Saklayıp ayırdım belleğimde.
⎯ Yeryüzü bir kıyamet, giderek de 'cehennem'... Şairin sesi/soluğu buna dönük... Görünen / görünmeyen acının diliyle konuşuyorsunuz. Nedir şiirin anlamı, şairin misyonu, sizce?
⎯ En karamsar olduğum zamanda bile yeryüzüne kıyamet, cehennem demeye dilim varmıyor. Kıyamet de cehennem de kıyıcı olan insan, düzen. Rahat bir soluk alsak, sesimizi soluğumuzu toplar yeryüzünün güzelliğine adarız. Oysa ben ve benim gibiler kendimizi kat kat çember içinde duyumsuyoruz. En dışta savaş, sömürü. Ülkelerin ülkelere şirketler, yetkili kuruluşlar aracılığıyla uyguladığı ekonomiye yönelik, silâhla uyguladığı ezmeye, sindirmeye yok etmeye yönelik zor. Medya yoluyla yaptığı kültürel baskı; Ortada, ülkemiz içinde 1950’lerden buyana artarak süren durumun çemberi, en içte, kadın olarak erkek egemen toplumda yaşamanın, sanat üretmenin kırılması güç çemberi. Daha öznel olanlardan söz etmiyorum.
Acıyan yüreğin şiiri, bir de sorumluluk duyuluyorsa nasıl olabilir ki. Bu açıdan bakıldığında, insanım diyen herkesin misyonu bellidir: Acıların aşılmasına çabalamak. Şiire atfedilen değer, şaire geleneksel olarak biçilen değer onu öncelikli sorumlu bir konuma getiriyor. Bir zorunluluk gibi dışardan yükleneni kabul edemiyorum. Yaşamışsam ya da yaşanmışları içselleştirmişsem, yazacağım şiirin estetik tasarımını yapabilmiş, uygun dili bulabilmişsem yazıyorum.
Şiirin ne varsıl bir anlamı var. Anlamsızlığı savunanlara bile olanak verene değin.
Şiir dil üstü bir dildir. Nesnenin ve tinin derinine ta derinine gidebilir, insanın her durumunun ve tüm hayatın. Tuhaf bir bilinç halidir. Bilgi vermez. Tanıtlama kanıtlama görevi yoktur bilim gibi. Gömüden seçip dönüştürebildiğini aktarır. Onu kendinizce anlarsınız. Katmanlıdır. Ama onu başka bir sözel yapıya çeviremezsiniz. Meal olarak verebilirsiniz ancak.
Şiir, doğrudan yaşamın seçilmiş nirengilerinden beslendiği gibi öteki güzel sanatlardan da beslenebilir. O sanatları besler.
Genel dili zenginleştirir, düşünmeye, iletişime duruluk verir.
Şiir umut verir kimi dar dönemlerde; Umudun ötesinde imkândır da. Yazılarak, kâğıt üzerinde de olsa kurduğu yapıyla her şeyin değişebilir, değiştirilebilir olduğu sezgisini ileten en etkin yoldur. Bu bir damlacık sözden iktidarı kötüye kullananların korkusunun sebebi işte. Şairin de iktidarla barışık durduğu olmaz. (Ayrık durumlar kuralı bozmasalar)
Şiir he gün görülen ama acelelerde geçip gidileni yakalar, gösterir. Doğayı, dünyanın güzelliğini de. Tıknefes kalmış insan için temiz bir soluktur. Susan ve sustukça sıkışan yüreklerin dilidir kimi zaman.
⎯ Kendini biriktiren bir şiir... "Sözler, düşünceler ve nesneler biçiminde" imlemeniz gibi... Şiirde birçok biçimi/deyişi kullandınız. Yüzünüz topluma, yaşanılanlara dönük oldu hep. Değişimi/dönüşümü, olayları, tanıklıkları şiirinizin potasında bunlarla dile getirdiniz... Ağıt, destan, ilahi belirli dönemlerinizin söyleyiş özelliği olarak öne çıktı... Bu biçime yönelişinizi konuşalım...
⎯ Ağıt, destan İlâhi biçimi ilk şiirlerimde görülmez. Bireysel izlekleri yazmak bu biçimlere gereksemem olmadı. Büyük kent yaşamından uzaklaştığımda, Anadolu’nun çeşitli yörelerinde ilçelerdeki, köylerdeki insanlarla, hem avukatlığım, hem öğretmenlik yapmam nedeniyle ilişkiler kurduğumda, oradaki yaşamı bildiğimde ve büyük ölçüde paylaştığımda şiirlerim değişti. Beni de alarak, dünya girdi içlerine. Yazdıklarım ağırlıklı olarak toplumsal izleklerdi. Yazdıklarımın olabildiğince geniş ulaşmasını istiyordum. Bunu yolu, yadırgı gelmeyecek biçimiyle kullanılmadı. Onlardan salt yararlanıldı. İçeriğe ve çağdaş yapı kurabilecek gibi değiştirildi.
Çok ağır bir dönemdi. Ağır acılar yaşandı. Acıların yok olacağı, hayatın değiştirilebileceği umudu, direnci hep elde tutuldu.