Eğlenceli Konular

Eğlenceli Konular

Garip Şiiri 40 Kuşağı’na karşıymış!

Sanal dünya ortaya çıktı çıkalı edebiyat dünyası da bir başka şenlendi. Önceden bir edebiyat dergisine yazdıklarınızı gönderirdiniz, dergi yönetmeni ya da varsa yazı kurulu değerlendirir yayımlar ya da yayımlamazdı. Bir değerlendirmeye sunmak, yazanı da daha sorumlu davranmaya, daha titiz çalışmaya yönlendirirdi. Şimdi öyle mi, aklınızdan geçen her şeyi anında yazabiliyorsunuz, sizi izleyenler ya da konuya ilgi duyanlara anında ulaşıyor. İnanılmaz bir özgürlük ortamı…

Engels’in çok katmanlı bir sözüdür, "Özgürlük, gerekli olan şeyin kavranmasıdır,” der. Yani aklınıza gelen her şey sizin özgürlük alanınız olamaz. Olduğunda bugünkü sanal dünyada olduğu gibi doğrunun yanlışın birbirinden ayırt edilemez biçimde karıştığı bir dünya ortaya çıkıyor. İçi boş özgüvenlerine hayran olduğum insanlarımız en ünlü ozanlarımızın şiirlerini bile bir yana bırakıp onların adına bugünün beğenilerine uyan yeni şiirler üretiyorlar.

Bu desteksiz atma alışkanlığı sıradan okuryazarları aşıp adı ozana çıkmış kimi arkadaşlarımıza da sıçramış durumda.

Geçenlerde Kent Ekranı adlı bir sitede 24 Şubat 2021 tarihinde yayımlanmış, Metin Cengiz’in bir yazıyla karşılaştım: "1980 Sonrası Türk Şiirine Bir Bakış”

Ozanımızın adının yanında da, başında fotör şapkası, boynunda çifte gerdanlığı olan bir fotoğrafı görülüyor.

Yazıdaki bir cümle şöyle: "Garip Şiiri, 40 Kuşağı Şiiri’ne bir reddiyeyle başlamıştır.”

Ben olsam reddiye yerine daha Türkçe bir karşılık olan karşı çıkmayı kullanırdım; reddiye demeden önceki bir’e de gerek yok ama konumuz dilden çok içerik.

Tabii bir şiir dergisi yayımlayan ozanımızın bu yazısını neden sanal ortamda yayımladığı da sorulabilir ama konumuz bu da değil.

Eleştirel Çağdaş Büyük Türk Şiiri Antolojisi adlı bir kitabı bulunan ozanımızın şiirimizin değişim ve dönüşüm evrelerini yakından bilmesi gerekir. Dolayısıyla Garip Şiiri’nin nasıl olup da 40 Kuşağı Şiiri’ne "reddiye” olarak başladığını anlayamadım.

Öncelikle tarihler tutmuyor. Garip şairlerinin ilk ortaya çıkışları 1936’da Varlık dergisindedir. Manifestoyla Garip şiirini başlattıkları ortak kitaplarının yayım tarihi ise 1941.

40 Kuşağı ozanları olarak bildiğimiz Rıfat Ilgaz’ın ilk kitabı Yarenlik 1942’de, A. Kadir’in ilk kitabı Tebliğ 1943’te, Şükran Kurdakul’un Tomurcuk’u 1943’te, Cahit Irgat’ın Bu Şehrin Çocukları 1945’te, Arif Damar’ın Günden Güne’si 1956’da yayımlanmış.

Dolayısıyla işkembeden atılmış bir sav.

Bunun da ötesinde Garip ozanlarının, 40 Kuşağı ozanlarını ve şiirlerini eleştiren bir yazılarını da görmedim.

Dahası Garip şiiri bir ozana ya da ozanlar topluluğuna karşı değil, şiirdeki bir tutuma, geleneksel beğeniye karşı ortaya çıkmıştır. Üstelik 40 Kuşağı’nın başta Rıfat Ilgaz olmak üzere çoğu ozanında da Garip şiirine yakınlık vardır.

* * *

Abidin Dino Fransa’ya yerleştiği 1950’li yıllarda bir dönem Picasso’nun atölyesinde çalışmış. Picasso arada bir gelip yaptıklarına bakarmış. Bir gün üzerinde çalıştığı bir resmine bakıp, "Sen yapmaya çalışıyorsun, ben yıkmaya,” demiş. Gerçekten de Picasso’nun pek çok tablosu, sanat tarihinin ünlü tablolarına bir karşı çıkış, onları yeniden kendince yorumlama denemesidir.

Orhan Veli’nin Garip şiiriyle yapmak istediği de tipik biçimde budur: Geçmiş şiiri ve şiir beğenisini yererek, alaya alarak hırpalamak, ortadan kaldırmak.

Örnek mi?
Ahmet Haşim’in ünlü,

Cânân ki gündüzleri gelmez
Akşam görünür havz üzerinde

dizeleri, Orhan Veli’nin alaycı ağzında gerçek hayata indirgenip,

Canan ki gündüzleri gelmez
Geceleri hiç gelmez

oluverir. Yine Haşim’in

Akşam yine akşam yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!

dizelerine karşılık

Bir de rakı şişesinde balık olsam

dizesini yazar.

Bunları yaparken amacı, şiiri göklerde, ulu, yüce bir şey olarak gören anlayışı yere indirmek, günlük hayatın şiirini bulmaktı. Orhan Veli’nin karşı çıktığı göklerdeki şiir arasında Nâzım Hikmet’in "bağır bağır bağıran” ilk dönem şiiri de vardı. Ama Nâzım olağanüstü yeteneğiyle daha 1932-33’teki ilk Bursa Hapishanesi deneyiminde bu bağıran şiirden uzaklaşmış, sesini halka yaklaştırmıştı.

Orhan Veli’nin 1941’de "Kitabe-i Seng-i Mezar” şiirinde yaptığı Süleyman Efendi’nin "nasır” devrimini Nâzım Hikmet daha 1933’de "Karıma Mektup” şiirinde, "Paran varsa eğer / bana fanila bir don al, / tuttu bacağımın siyatik ağrısı” dizeleriyle çoktan gerçekleştirmişti.

Her şey bir yana Garip Şiiri ozanları kendileri de sol düşünceli insanlarken, Toplumcu 40 Kuşağı şiirine neden karşı olsun? Yaprak dergisinin imzasız başyazılarını sosyalist dünya görüşüne sahip diplomat Mahmut Dikerdem’e neden yazdırsınlar? Hem 40 Kuşağı ozanları her biri hapisler, sürgünler, yasaklamalarla uğraşır, doğru dürüst bir varlık gösteremezken Garip ozanları neden onlara karşı olsun. Nâzım Hikmet’in hapisten çıkabilmesi için açlık grevi yapmış bu üç ozanın her şeyden önce yufka yüreklilikleri buna elvermez…
 

Hırçın bir eleştirmen

Son yıllarda öfkeli eleştiri yazılarıyla tanınan bir yazarımız var: Taylan Kara. Edebiyatla Ahmaklaştırma, Felsefeyle Çökertme adlı üç ciltlik kitabı yayımlanmış. Bir yıl önce 26 Mart 2020 tarihli Cumhuriyet Kitap’ta Özdemir İnce, yazarı ve ikinci kitabını tanıtan bir yazı yazdı. 18 Mart 2021’de ise Cumhuriyet Kitap yazarı kapak yapıp, Özdemir İnce’nin yeni bir yazısıyla bir kez daha tanıttı. Ardından da 26 Mart tarihli Sözcü gazetesinde Soner Yalçın yazarı ve kitapları övdü, içlerindeki kimi tezleri okurlarıyla paylaştı. Günümüz yazılı basınında edebiyatın hemen hiç yer bulamadığını düşünürsek önemli bir olay Taylan Kara’nın kitabına bu denli yer verilmesi.

Bu değerli eleştirmenimiz, edebiyatımız ve yazarlarımız üstüne değerlendirmelere girişirken kimi zaman çok haklı kimi zamansa hiç olmayacak zayıflıkta savlarla ortaya çıkıyor.

Sözgelimi, edebiyat ödüllerinin seçici kurullarını çok eleştiriyor: Diyor ki "23 edebiyat ödülünün 16’sında Doğan Hızlan var.”

Böyle bir eleştiri tek başına bir anlam taşımıyor bence. Doğan Hızlan’dan başka yaşayan kaç edebiyat eleştirmeni var, o olmasa yerine kim olabilir, bunları da düşünmek gerek. Bence Doğan Hızlan bu seçici kurullarda neden var diye sormak yerine bu seçici kurullar hangi tartışmaya açık kararları verdilerse onlar üzerinden eleştiri yapılmalı.

Sözgelimi Özdemir İnce, 2007 yılı Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü’nün kendisine verilmesini, Doğan Hızlan’ın seçiciler kurulu başkanı olarak ısrarı ve ağırlığını koymasına borçlu.

İnsancıl adlı bir dergi var, yirmi beş yılı aşkın bir zamandır çıkıyor. Bu yirmi beş yıl boyunca tıpkı Taylan Kara’nın yaptığı gibi durmadan Doğan Hızlan’ı eleştiren yazılar yayımladılar. Buna karşın Doğan Hızlan derginin yirmi beşinci yılını kutlayan bir yazı yazdı ülkenin en çok satılan gazetesi Hürriyet’te.

Bu iki örnekten de görüleceği gibi Doğan Hızlan kendisinden nefret eden insanları ve yapıtlarını da sevebilen, onların haklarını korumak için çaba gösterebilen bir eleştirmen.

Taylan Kara’nın bir başka eleştirisi de Doğan Hızlan’a TÜYAP Onur Ödülü’nün verilmesi. Bunun da çok kolay bir yanıtı var. Tüyap ödüllerini alanlar yıllar içinde alt alta yazıldığında bu ödülün edebiyatımızın önde gelen yaşayan isimlerine neredeyse yaş sırasıyla verildiğini ve sıranın Doğan Hızlan’a geldiği, bu nedenle kendisine bu ödülün istese de, istemese de verildiği kolayca görülebilir.

* * *

Taylan Kara’nın komik bulduğum bir savı da Yunus Nadi Ödülleri’nin on yedi yıl içinde on dört kez Can Yayınları’ndan çıkan kitaplara verilmiş olmasını kirli ilişkilere bağlaması.

Cevap çok yalın: O yıllarda en iyi öykü kitaplarını hangi yayınevi basmışsa elbette ona verilecek. Can Yayınları en iyi öykü kitaplarını basmışsa buna ne denebilir. Böyle eleştiri mi olur?

Bir ödülün haksız olarak sonuçlandığına inanıyorsanız, alır o ödüle katılan kitapları okursunuz, şu kitap şu nedenlerle ödül alan kitaptan daha değerlidir, bu yüzden jüri hatalı karar vermiştir dersiniz, herkes de sizi ciddiye alır, söylediğinize kulak kabartır.

Seçici kurullarda da bulunan biri olarak kendi adıma iki kez ödüllerde haksızlığa uğradığımı düşünüyorum: İlki 1995 Behçet Necatigil Şiir Ödülü. Ödüle katıldığım Dip Sevgi kitabıma çok güveniyordum ancak ödül Osman Hakan A.’nın Gül Odası adlı kitabına verildi. Büyük hayal kırıklığına uğramıştım. İki kitap da ortada. İsteyen alır, okur, haksızlık mı olmuş, hak yerini mi bulmuş karar verir.

İkincisi de 2014 yılının Altın Portakal Şiir Ödülü. Burada da ödüle katıldığım Güzelle Büyü kitabımın ödülü kazanan Şeref Birsel’in Dünyanın Külü’nden daha iyi olduğunu sanıyorum. İki kitap da ortada. İsteyen alır okur, haksızlık mı olmuş, hak yerini mi bulmuş karar verir.

Ama ne olursa olsun, ortada bir yarışma varsa bir de sonuç vardır. Bu sonuç da her zaman bizim değerlerimize, adalet duygumuza uygun sonuçlanmayabilir. Bu da bu işin doğasındandır.

Bir ödülün seçiciler kuruluna neden böyle bir karar verdiniz diye sormak yerine eleştirinin görevi o kararın neden hatalı olduğunu incelemektir.

2003 Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nün seçici kurul üyesi Hilmi Yavuz’un oğlu Ali Hikmet’in Şeytan Uçurtması adlı kitabına verilmesi bence edebiyat tarihimizin en berbat jüri kararlarından biridir. Tertemiz bir adı olan Behçet Necatigil’in anısına bu kararla kara bir leke sürülmüştür. Burada sorun Ali Hikmet’in Hilmi Yavuz’un oğlu olması değil, Şeytan Uçurtması’nın o yıl yayımlanan şiir kitapları içinde en iyilerden olmamasıdır.

Bu noktada Taylan Kara’ya içinde bulunduğu tıp dünyasının seçici kurullarının ne durumda olduğu da sorulabilir. Doçentlik sınavlarındaki jürilerin kaç insanın hayatını kaydırdığı da bir araştırma konusu olabilir. Sonuçta hekimlik mesleği de en az edebiyatçılar kadar önemli toplumumuz için.

Başka alanlar düşünüldüğünde bana edebiyat ödüllerinin kiri toplumun başka kesimlerine göre çok görünmüyor. Sonuç olarak ucunda para pul yok, bir iki yerde küçük bir iki haber, kazananın yaşamöyküsüne eklenmiş bir satır... Ödül kazandığı için daha çok satan bir şiir ya da öykü kitabı da görmedim. Keşke edebiyat ödülleri kazanan yazarın hiç değilse bir yıllık geçimini, özgürce çalışma koşullarını sağlayabilecek bir düzeyde olabilse...

* * *

Unutamadığım bir ödül hikâyesini de Tahsin Yücel’den dinlemiştim. Tahsin Yücel henüz Varlık Yayınları’nda çalışan genç bir yazarken ilk kitaplarından biriyle Sait Faik Hikâye Armağanı’na katılmış.

O günlerde seçici kurul üyelerinden biri olan büyük eleştirmenimiz Nurullah Ataç, Varlık bürosuna gelmiş, Tahsin Yücel’in masasının karşısındaki sandalyeye oturmuş, "Bu yıl Sait Faik Armağanı’na sekiz kitap geldi, altısını okudum, çünkü oyumu onlara vermeyeceğim. İkisini okumadım, biri Necati Cumalı’nın, çünkü oyumu ona vereceğim, öteki de senin kitabın, okursam düşüncem değişir diye okumadım,” deyip sonra da Necati Cumalı’dan bir dörtlük okumuş. "Böyle güzel şiir yazan birine ödül verilmez mi Tahsin,” deyip onun da olurunu almış.

Bu davranış biçimi de Taylan Kara’ya garip görünebilir ama edebiyat ve sanat olaylarına bakarken içindeki çok katmanlı incelikleri de görebilmek gerekir. Bu olaydaki güzelliği göremeyen birinin edebiyattan ne kadar anladığını sorgulaması gerekir.
 

Cinsiyetçiliğin, ırkçılığın bu kadarı...

Ünlü romancımız Hasan Ali Toptaş’ın hoş olmayan konularla gündeme geldiği günlerde Gerçek Edebiyat adlı internet sitesinin yöneticisi Ahmet Yıldız 9 Aralık 2020 günü @ahmetyildiz2011 hesabından şu tweet’i yayımladı:

"Hasancım, romanlarından milyonlarca dolar para kazanıyorsun Kanarya adalarına, Küba’ya, Karayiplere, Singapura git mis gibi kadınlarla yaşa! Nedir bu Ankara Sincan’da yaşayıp bizim genç kızların diline en kötü suçlamalarla düşmek!”

İki cümlede bu kadar mı kafasının içindeki cinsiyetçi, ırkçı düşünceleri açığa vurur bir insan diye şaşmadan edemedim. Demek "mis gibi kadınlarla” yaşamak için insanın milyonlarca doları olmalıymış. Sonra da bu "mis gibi kadınlar” kendi ülkemizde değil, Kanarya Adaları’nda, Küba’da, Karayipler’de, Singapur’daymış. "Mis gibi erkekler” acaba hangi ülkelerde? Kadınlara da oraları mı önerecek Ahmet Yıldız?

Beyni bu denli pis düşüncelerle dolu bir insanın edebiyat dünyasında ne işi olabilir?

Daha da garipsediğim, Gerçek Edebiyat sitesinin onlarca yazarından bu açıklamaya hiç tepki gelmemiş olması.

Hepiniz mi kendi mezarınızda yaşıyorsunuz... Beyniniz, gözünüz, kulağınız, vicdanınız öldü de haberiniz mi yok?
 

Yerel yönetimlerin kültür sanat dergileri

Maltepe Belediyesi’nin yayımladığı İstasyon adlı dergiden, benden de bir yazı istemeleriyle haberim oldu. Baktım edebiyat dünyamızın ünlü isimleri orada. Düğün varmış gibi toplanmış herkes. Bir nedeni vardır elbette...

Kartal Belediyesi’nin de KE adlı bir kültür edebiyat dergisi var.

Yerel yönetimlerin kültür hizmeti olarak dergi yayımlamalarını garipsiyorum. Bir edebiyat dergisi yayımlamak belediye çevresinde oluşturulacak bir kadroyla olabilecek bir şey değil ki...

Ülke çapında yayın yapan yılların edebiyat dergileri azgın piyasa koşulları nedeniyle can çekişirken yerel yönetimlerin yapması gereken beldelerindeki yurttaşlarını bu dergilerle buluşturmaktır.

Böylece insanlar, toplama yazılarla oluşan bir dergi değil, içinde kültür ve sanatın sorunlarının tartışıldığı, nitelikli ürünlerin yayımlandığı dergiler okuyabilir.

Güzel örnek: Fransa’nın başkenti Paris’te belediye ortaöğrenim ve yükseköğrenim yapan bütün öğrencilere her gün bir günlük gazeteyi armağan ediyor. Öğrenciye soruluyor, hangi gazeteyi izlemek istediği. Sonra da her gün o gazete görevliler tarafından kapısına bırakılıyor. Bir evde iki öğrenci varsa iki gazete, üç öğrenci varsa üç gazete giriyor o eve.

Belediyelerin yapması gereken budur. Beldelerindeki öğrencilere, öğretmenlere izlemek istedikleri bir sanat edebiyat dergisi olup olmadığı sorulur. İsteyenlere de bu dergiler sağlanıp iletilir.

Şöhretli yazarlara dağıttıkları telif haklarından, matbaa ve çalışan giderlerinden çok daha verimli bir eylem olur böylesi.

Sayıları dördü beşi geçmeyen, aralarında Varlık gibi yüz yıllık yayın hayatına yaklaşanı da olan nitelikli dergilere de bir taze soluk sağlanmış olur.

Rıhtımda  Besim Dalgıç     91
MEHMET TANER’E BİR AMFORA  Cevat Çapan    92