Zamanın Çağırdıkları

Düşüncede ve sanatta "ihlal” eğilimi, temelsiz bir reddin ya da söylem biçiminin savunusu olmamıştır. Bu çizgi, talepler hiyerarşisine karşı konumlanmış olan öznenin "imkânsız” bir hayatın içinde açmak istediği bir yarığı imler: dünyanın elinden kaçıp kurtulmak… Tıbbın bize öğrettiği şey, hastalığın bir semptomlar dizisini takip ederek kurulacağıysa; felsefenin duyurduğu da tenin üzerinde yaşamdan gelen acılı bir potansiyelin yankılandığı ve bu yankının tekniğin deneysel çalışmasını aştığıdır.

Çöküş, karşılığını tende bulur. Bedenin sonluluğuna dahil olan diğer süreçlere doğru açılır. Her anlamda bir buyruk örgüsünün işleyişine karşı konumlanmaktır bu. Oysa zamanın "şimdi”sinde, bizzat duygular alanındaki anlık belirlenimde, yapı’nın korkunç imgesini aşabilen bir habitus’un gelişmekte olduğunu biliyoruz. Sanata atfedilen en belirgin özelliğin bir "iç gelişime” izin veren bu yayılım olduğu doğru. İlgili nokta, bir yandan gerçeklik kılığındaki virtüel belirlenimleri öte yandan yaratım aracılığıyla açıldığı varsayılan paralellikleri içerir. Bu tuhaf bir aradalık insani bir olanağı barındıranın (sanat) ve değer dizileri açısından ya da mantıksal kabul yönünden "olanaksız” gibi göründüğü halde var kalmayı sürdürenin (kapitalizm) çatışmasına ilişkindir. Daha pütürlü bir hat üzerinde ise "düşünce” gezinir. Sanat nerede bulunduğumuzu, neye doğru gittiğimizi ve ne şekilde anlamlı bir varoluş eğilimi yakalayabileceğimizi söyler. Düşüncenin ortaya koyduğuysa yaşamı bütünleyen kuvvetlerin hangi saiklerle çalıştığıdır. Söz konusu izlerin takibi, öznelliğin abartılı bir sunumu değildir elbette.

Bugün için öznellik yanlış bir kavrayışın ürünü olarak kuruluyorsa bunun nedeni, kişilere dışarıdan yabancı bir ereğin, bir temsiller dizisinin, kaygı momentinin dayatılmasıdır. İki farklı öznellik kurulumu karşımıza çıkar böylece. İlk biçim, bireyi yüceltiyor gibi görünerek aslında onu hiçleyen bir artı değer ekonomisinin yaratmak istediği öznelliktir. Kuşkusuz kişi ruhsallığını, hastalıklı bir düzeye mıhlayan bu arzu rejiminde sistemin ihtiyaçlarının "ne pahasına olursa olsun” önde tutulacağı açıktır. İkinci durum ise henüz "etkinleşme” fırsatı bulamamış olan "ben”in serüveniyle ilgilidir. Yaşamsal birikimin kişilere "kendilerine ait bir dünya” kurma fırsatı sunacağı bir yapı…

Konuşmayı, bir ifade formuna sığınmayı, dilin ufkunu zorlamayı bıraktığımız anlar vardır. Dünyanın ölçüsüz sapkınlığıyla başa çıkma gücü bulamadığımızda yaşanan geri çekilme süreçleridir bunlar. Bir nevi ikircikli sessizlik dönemleri… Aynı zamanda bizleri, buyurgan kuvvetlere karşı harekete geçiren içsel bir totolojinin çalışmaya başladığı zaman dilimleri de vardır. Kuluçka evresini tamamlayan şeyler açığa çıkmak ister bu dönemlerde. Kuşkusuz yaşam bir büyüme gücü taşır.

Filozof Michel Henry’nin dediği gibi: "Asıl mesele, bu gücün eylemesine, kendini gerçekleştirmesine olanak vermektir.” Düşüncenin bu yönelimi, bir şeylerin yolunda gitmediğine ve genişleme/sıçrama/yükselme imkânı bulamayan ruh-bedensel aygıtın yolunun açılması gerektiğine hükmeder. Peki, hangi araçların yardımıyla? ‘Eylemek’ konusundaki zorunlu gereksinime cevap veren şeyin sanat oldu ğunu biliyoruz. Sanat yapıtı, başkalarının ifade alanını (onlara rağmen) ele geçiren değil; başka seslerin yankılanabileceği bütünlükleri (onların katılımıyla) vücuda getiren bir direnç noktasıdır. Michel Henry haklı olarak bu büyüme gücünü doyuran alanı vurgular. Göz daha fazla görmek istiyorsa resme, kulak daha fazla duymak istiyorsa müziğe, dil daha yetkin ifade formalarına ulaşmak istiyorsa edebiyata ihtiyaç duyuyor. Bir büyütme, yayma, alan açma işlemidir aslında yapılan. Dışarıdaymış gibi görünen, yitirilmiş bir konuma aitmiş gibi duran ancak yaşamdan çıkıp bize doğru gelen şeylerin alımlanışı… O halde yaşam ve kişi arasındaki akışın hangi dinamikler tarafından biçimlendirildiğini keşfetmek anlamlı görünüyor. Temel aygıtların işleyişle ilgili bir sorun değildir aslında bu. Yapı, orada durmaktadır. Onun sabit kalmayan yönü ise dünyaya dokunuş tarzıdır. Düşünce, her yeni koşulda, başka bir eşiğe sıçrama gücü bulan bu aygıta yetişmek zorundadır. Ona bu yeteneği kazandıracak olan da kuşkusuz, çok farklı yaşam durumları ve algı formları hakkında müthiş kompozisyonlar ortaya koyan sanattan başkası değildir. Aynı anda hem "evrensel” olan hem de her defasında "ben” olan bir zeminin mümkünlüğünü olumlayan yer...

Filozoflar, makro ölçekte olup biten şeylerle (savaş, ekonomik bunalım, salgın hastalık) bu olup bitmelerin içindeki birey etkinliklerini ayırdıklarında, mantıksal bağlantıları yok saymayı amaçlıyor değildirler; daha çok "her şeye rağmen”, alttan alta var olan insanî durumların hangi kaynaktan beslendiğini anlama eğilimindedirler. Michel Henry’nin yaşamın hayranlık verici birikimi saydığı şeydi bu: "Ben, aşkınsal bir doyum aracılığıyla, yaşamın hareketi içerisinde, öz-duygulanımlı (kendi kendisinden etkilenen) bir şekilde var olmaya devam eder. İşte bu nedenle yaşamım, beni aşan, kendini gerçekleştiren ve benimki gibi yaşamlarda süren sonsuz yaşamdır.” Bu anlamda ben’in deneyimi, kendiliğin tecrübesindeki dilin bir gerçekleşmesidir. Artık insanlığın ortak ürününe dönüşmüş olan bir boyutlar arasılığın kaynağıdır aynı zamanda.

En kuvvetli ideolojik araçlarla oluşturulan kitle söylemlerinin bile kişiler için, kederli bir aldatılma hissinden fazlasını yaratmayacağını biliyoruz. Büyük ülküler, tenin çöküşüyle birlikte, kişi ruhsallığının görünmeyen akım yolunda tükenir gider. İnsan için bir yarın mümkünse eğer bu, bireyin yok edildiği toplumsal düzenlenişlerle ve kitlelere yüklenen yabancı işlevlerle değil, tevazu ve ümit seçeneklerinin diri tekilliğiyle kurulabilir. Öyleyse sistemler ve programlar ancak onları işleyişte tutan öznelliğin yaratıcı bölüşümünde, soyut ülküselliğin boş hedefi olmaktan çıkıyor diyebiliriz. Bunun bir anlamı da "değer” adını verdiğimiz olguların kişi ilişkilerinde karşılık bulmasıdır. Pratikte yankılanmayan bir inanç eğiliminin ya da siyasal tutumun önemi olabilir miydi? Tüm üst-belirleyenlere rağmen (yasa, bürokrasi, medya, ideoloji) özgün bir duyuş tarzının nasıl gelişeceğini araştırmak en temel sorunumuza dönüşüyor. Düşünce, ilgili eksenin etrafında dolanırken şimdiki zamanla yaşamın derin bilgisi arasında bir hat oluşturmayı denemek zorunda. Felsefeyi ıskalamayan bir sosyolojinin mümkünlüğü…

Toplumsalın alt eşiği, örtülen düzlemi, belirsiz genişliği aradığımız bilginin mevcut olduğu yerdir. Çünkü yüzeydeki tantanadan payını alan kimselerin sessiz çilesi orada dolmaktadır. Michel Henry tarafından yaşam fenomenolojisi olarak tarif edilen durum… Kişileri ruhsal ve maddi olarak sömüren, onları hastalıklı ilişki biçimlerine hapseden ve onlardan alabileceği bir şey kalmadığında "Artık sizinle işimiz bitti. Bir köşede sessizce yok olabilirsiniz.” diyen yapının dili yaşamın olumsuzlanışı üzerine kurulur. Bu dil her şeyden önce bir yadsıma, bastırma, parçalara ayırma işleminin ve nesnesi sürekli değişen "popülerlik” algısının ürünü oldu. Oysa daha derinde beklemekte olduğunu bildiğimiz öznellik pratikleri, geçiciliğin kirli örtüsünü yırtıp atan kişi edimlerinin ne denli önemli olduğunu gösteriyor. Sanat, bir anlamda, bu sessiz ayrıntıların sicilini tutuyor. İklimleri, tarihleri, kara parçalarını, kültür mesafelerini aşarak bireye nüfuz eden perdesiz bilgiyi kucaklıyor. Dünya, kişilerin zengin pratiğini, bir tekillik noktasına, yani tenin duyusal haznesine dahil ediyor böylece: Bende kendini serimleyen mutlak ve sonsuz yaşama sadece kendimde dikkatimi verebilirim. Yara, bana aittir. Geniş ölçekli tüm yaşantıların tenimde ve ruhsallığımda bıraktığı izdir. Örneğin savaş… Böylesine yıkıcı bir hadisenin gerçek etkilerini kavramamız için savaşın ritmik düzenine bakmamız yeterli değil. Aksine, onun sonlandığı yerde bireylerin neleri tecrübe ettiğini anlamak durumundayız. Çünkü savaş, mekanik olarak bittikten sonra bizzat kişileri ilgilendiren başka pratiklerde var kalmayı sürdürür. Bu pratikler, olayların zihinsel ve ruhsal genişliklere açıldığı kişi hikâyelerini kapsar. Vaka dediğimiz şeyin can alıcı bir yaraya dönüştüğü hakiki uzam… Olguların her zaman doğrusal bir ilişkiye sahip olmadığını kabul etmekle birlikte, "yara”nın peşinden gelen edimin bir direnme biçimine evrildiğini söyleyebiliriz. Yıkımın sonunda görülen şey, yaşamın devam ettirilişiyle ilgilidir. Bedenimiz ve ruhumuz tahribe uğradığı halde, dünyanın olumlu niteliklerini açığa çıkarmak için uğraşmaktaysak, adına "umut” dediğimiz kavram artık felsefi bir pratikle kucaklaşmış demektir. Vasat bir gerçekleşmenin üstündeki bu edim, bilimin "hayatta kalma içgüdüsü” olarak tarif ettiği durumun sınırlarını aşar. Kişilerin varlık bileşenlerini, onları yok saymayan genel bilginin alanına taşımak ve öznelliği, bu etkin iletişimdeki akış yoluyla birleştirmek…

Hümanizmin fikri yetkinliğiyle pratikteki başarısızlığı, kaçınılmaz olarak, ‘öznellik’ algımızı dönüştürüyor. Hınçtan arınmış bilinç, insanın kendini var edebileceği uygun koşulların nasıl yaratılacağı, bu sorunun cevabının genelleşmiş bir değer literatüründe yatmadığını kabullenmek zorunda kalıyor. Düşünce, ilgili hesaplaşmaya girmediği sürece, yanıltıcı dolayımlar arasında top sektirmeye devam edecektir. Çünkü bireyin acılı ve safî deneyimi, ürkütücü kutsallardan ve öznenin istatistiğe dönüştürüldüğü bir temsiller karnavalından çok daha fazlasını içerir. Yara’nın dilidir hayatın kıyılarında ve tenin ufkunda yankılanan. Zamanın karardığı bir genişliğin içinden geçip mutlaka karşımıza çıkacaktır.

BİR ÖYKÜ, BİR FİLM: “HAVVA” VE KIZ KARDEŞLER  Hakan Savaş     88
Bir  Turgut Çeviker    88