ÖMER KAVUR’LA SON “KARŞILAŞMA” VE YAŞAMA FELSEFESİ

ÖMER KAVUR’LA SON “KARŞILAŞMA” VE YAŞAMA FELSEFESİ

"Arayış” sözcüğünü yalnızca sözcük olmaktan çıkartıp, tüm bir yaşamının
temel ilkesi ve eylemi haline getiren birisi için "son” yoktur. Ömer Kavur’un filmografisinde,
yönetmenin son uzun metrajlı sinema filminin Karşılaşma (2002)
olduğu yazılıdır yazılı olmasına, ama işte, bir son film değil, henüz bitmemiş, tamamlanmamış,
yarım kalmış bir arayıştır Karşılaşma...”
 
Neyin arayışı? Bu sorunun yanıtını, Akrebin Yolculuğu (1997) filmi için kendisiyle
yapılan bir söyleşide yanıtlamıştı Ömer Kavur: "Sanıyorum hayattaki arayış
süreci kişi için temel dürtülerden biridir. Neyi aradığımız çok önemli değil,
çünkü neyi arıyor olursak olalım kanaatimce varılacak nokta aynıdır, yani gerçeği
arıyoruz. Kendimizle, insanoğluyla ilgili gerçeği; neticede herkes gerçeğin peşinde.”
 
Ömer Kavur (1944-2005)
Akrebin Yolculuğu, Amansız Yol, Gece Yolculuğu... Bu üç filmdeki "yol-yolculuk”
sözcüğü, insanın kendisini arayışının bir ifadesi olarak da okunabilir.
Ömer Kavur için yolculuk yalnızca bir anlatı kalıbı ("kahramanın yolculuğu” olarak
da ifade edilen kalıp) ya da filmin olay örgüsünü bir serüven olarak düzenlemenin
aracı değil, insanın kendisini arayışıdır; insanı tanıma, anlama, bilme
isteğidir.
 
Yönetmenin ilk filmi Yatık Emine’den (1974) Yusuf ile Kenan’a (1979), Ah
Güzel İstanbul’dan (1981) Göl’e (1982) ve Körebe’ye (1985), Anayurt Oteli’nden
Gizli Yüz’e (1991) varıncaya kadar her filmi "insan nedir?” sorusuna bir yanıt
arayışıdır ve bu arayışın önemli uğrakları kimlik-kişilik, toplumsal ve bireysel
bellek, geçmişle yüzleşme, aidiyet, yazgı, anlam-anlamsızlık, özgür irade, iletişimsizlik,
yabancılaşma izlekleri olarak sıralanabilir. Ömer Kavur’un, sinemamızdaki
sayılı yönetmenlerden birisi, bir "auteur” olarak adlandırılmasının
nedeni, sıralanan bu izlekleri kendine özgü film diliyle, biçemle (üslupla) perdeye
taşımasıdır elbette... Ama yönetmenin auteur olmasının asıl nedeni, filmografisinin
bütününe anlam veren arayıştır; sanatçının gerçeği (insanı, kendisini) arayışıdır.
Sinemanın kurmaca dünyası, filmlerinin kurmaca karakterleri, aslında Ömer
Kavur’un kendisini arayışının bir karşılığıdır ve bu arayışın çıkış noktası da "yalnızlık”
tır çünkü şu sözler yine ona, Ömer Kavur’a aittir: "Ben bireyin yalnızlığına
inanan bir insanım. Yalnız olan bir insanın kendisiyle hesaplaşması kaçınılmazdır.
Sinema yapabilmek için gösterilmesi gereken direncin kaynağı da bu yalnızlıkla baş
edebilme çabasıdır.”
 
 

Karşılaşma, yönetmenin yalnızlıkla baş edebilme, kendisini arama, dolayısıyla
gerçeği, insanı tanıma, anlama yolunda attığı son adım değil, yeni ve belki de en kişisel,
en özgün adımlarından biridir. Lenf kanseri nedeniyle, henüz çok erken yaşta
kaybettiğimiz Ömer Kavur’un Karşılaşma’sı, "mutluluk nedir?” sorusuyla birlikte
ölümü, yazgıyı, rastlantıyı, olumsallığı ve zorunluluğu, suçu-suçluluğu, insanı, insan
ilişkilerini ve değerleri sorgulayan; nihayetinde film dilinde yazılmış bir yaşama
felsefesi olarak da görülebilir, izlenebilir. Ancak, yaşantı olarak bilgisine sahip
olmadan, yani yaşamadan, yaşama felsefesi olmayacağını da söylemek gerekir.
Karşılaşma’yı özgün, eşsiz ve en önemlisi hakiki kılan da, bu yaşama felsefesinin
karşılığının yalnızca film değil, Ömer Kavur’un kendi yaşamı oluşudur.
 
"Akıl seçiklikle gösterse de yokuşu düzü
Bazen rastlantılardır yönlendiren ömrümüzü”
Metin Altıok, Bir Acıya Kiracı
 
İki insan: Mahmut ve Sinan. Ve iki ayrı yazgı. Bu iki insanın ölümcül bir
hastalığın kemoterapi seansları sırasında tanışmalarıyla yazgıları kesişecektir.
Sinan yitirdiği oğlunun ölümünden kendisini sorumlu tutar. Öte yandan kirli, karanlık
işlere karışmış olan Mahmut da gençliğinde işlediği bir günahın acısını
çekmektedir. Mahmut ile Sinan’ın yazgıları bir kez daha örtüşmüş gibidir. Ne var
ki, Mahmut birisini aramaktadır ve aradığı o kişi hakkında aldığı bir haber nedeniyle
İstanbul’dan ayrılır. Kısa bir süre sonra Mahmut’un bir adada meçhul bir
cinayete kurban gittiği haberi gelir. Sinan arkadaşının neden öldürüldüğünü araş-
tırmak için adaya gider. Adada, Mahmut’un eski eşi Aslı ve oğlu Osman ile tanışır.
Aslı ile Sinan arasındaki yakınlaşma aşka dönüşürken, Sinan, yaşamla ölüm, geçmiş
ile gelecek arasındaki o ince çizgide kendi yazgısıyla yüzleşecektir.
 
"Kimi için mutluluk zamansız bir ölümün peşinde olmaktır, bense neyin peşinde
olmam gerektiğini bilmiyordum. Bir suçluluk duygusuyla savruluyordum.”
 
Filmin hemen başında duyulan bu çarpıcı sözler, oğlunun genç yaştaki ölümünden
kendisini sorumlu tutan Sinan’ın itiraflarıdır. Mutluluğun ne olduğu film
boyunca ana karakterlerin her biri tarafından ayrı ayrı sorgulanacak ve yanıtlanacaktır
fakat ilk yanıt "zamansız bir ölüm”ü bekleyişin, yani "ecel” beklentisinin
mutluluk olduğudur. Mutluluğu ecel ile ya da ölüm ile ilişkilendiren bu sözler ilk
önce yadırgatıcı gelebilir. Oysa insan yaşamını temel değer olarak görmeyen bir
sanatın ve sanatçının insana ilişkin başkaca değerler üzerine inandırıcı şeyler
söylemesinin olanaksız olduğu düşünülürse, ölüm ile mutluluk arasında kurulmaya
çalışan bağın yapay ya da sahte bir bağ olmadığını anlamak da zor olmayacaktır.
Ölüm korkusunu en fazla duyan, hayatını yaşaması gerektiği gibi
yaşamayandır. Başka bir deyişle, yaşamının hakkını vererek yaşamış olan biri
için ölüm korkulacak bir şey değildir. Fakat Sinan henüz suçluluk duygusuyla,
oğlunun bir trafik kazası sonucunda ölmesine bağlı olarak içinden, vicdanından
ve kafasından atamadığı suçluluk duygusuyla savrulmaktadır.
 
Tıpkı Sinan gibi, kendisiyle, geçmişiyle girdiği hesaplaşmadan yenik olarak
çıkan ve suçluluk duymanın ne demek olduğunu çok iyi bilenlerden biri de Mahmut’tur.
Ne var ki, Mahmut’un duyduğu "suçluluk” yalnızca kendi geçmişinden
kaynaklanan bir suçluluk değildir. O suçluluğun yanı sıra "suç” kavramını çok
daha geniş bir bakış açısıyla sorgular. Mahmut suçluluğu, insanın iliklerine, hücrelerine
kadar işlemiş ve henüz tedavisi bulunamamış bir hastalık olarak tanımlar.
Bu çerçevede suç, doğrudan doğruya insanın "insan” olmasından kaynaklanan
ve kökenini kutsal anlatılarda bulan çok eski ve bir o kadar da köklü olan suç
anlayışıdır. Adem ve Havva’yı ölümsüz yaşamdan, cennetten ayırarak yeryüzüne,
fani dünyaya sürgün eden bu suç anlayışı, insanın ölüme yazgılı oluşuyla suçunun
bedelini ödeyeceğini duyuran anlayıştır. Tedavisi olmayan ve insan varoluşunun
kaçınılmaz bir parçası olan şey ise yine "ölüm”dür, insanın ölüme yazgılı oluşudur.
 
Yazgının (kader) olduğu yerde ise "karşılaşma”ya (rastlantıya) yer yoktur.
Bu açıdan bakıldığında, Karşılaşma’nın temel çatışmasının insanın ölüme yazgılı
oluşuyla, kısacası yazgı ile rastlantı arasındaki çatışma olduğu ileri sürülebilir.
 
Aslında insanın adı ölüm olan o kaçınılmaz sonla hesaplaşma kaygısı, ölüme
başkaldırma isteği en az Gılgamış Destanı kadar eskidir Söz konusu bu başkaldırı
bütün gücünü yazgıyı kabul etmeme isteğinden alır. Arapça bir sözcük olan
"kader”, mutlak yaptırım gücü, tek-kaçınılmaz yaptırım gücü demektir ve ölüm
olduğu sürece insan istesin ya da istemesin kaderi kabullenmek zorundadır.
 
Öte yandan kaderin bir başka anlamı da gelecek ile ilgilidir, gelecekte olacak şeyler anlamını
taşır ve gündelik yaşamda da kader sözcüğü sıklıkla bu anlamda kullanılır.
Gelecekle ilişkisi bağlamında kader, insanın elinde olmayan, denetleyemeyeceği
şeyler demeye gelir. (Örneğin, "kader kurbanları”ndan bu anlamda söz edilir.)
 
 

"Akıl seçiklikle gösterse de yokuşu düzü / Bazen rastlantılardır yönlendiren
ömrümüzü” diyen Metin Altıok’dur. "İnsan, rastlantının çocuğudur” diyen ise gerçeküstücü
sinemanın şairi Luis Bunuel’dir. Nasıl ki ölümün olduğu yerde kabul edilsin veya edilmesin, inanılsın veya inanılmasın yazgı duruyorsa, yazgının olduğu yerde de bir paradoks
olarak rastlantı yer alacaktır. Düşüncede yazgıyı, dolayısıyla zorunluluğu temel
olarak görmek ne kadar olanaklıysa, rastlantıyı temel olarak görmek de o kadar
olanaklıdır. Bunuel’e göre varoluşu açıklayan şey rastlantıdan başka bir şey olamaz.
Öte yandan rastlantı ile uygarlık arasında sürekli bir savaşım olduğu da söylenebilir.
Çünkü uygarlığın ilerlemesi demek, bilinmeyenin, beklenmeyenin,
denetlenmeyenin en aza indirilmesi demektir. Ve yine Bunuel’in belirttiği gibi
rastlantının olmadığı ya da zayıfladığı yerde "giz” de olmayacaktır. Çünkü giz,
gizem ancak ve ancak rastlantının ve rastlantıları hazırlayan belirsizliğin olduğu
yerde var olabilir. Bunuel, kendi adına, her zaman rastlantının ve sanatın olmazsa
olmaz unsuru olan gizin yanında cephe aldığını söyler.
 
Aslında XIX. yüzyıl sonu ile XX. yüzyıl başlarında Newton’un belirlenimci
(determinist) evren anlayışının yıkıldığı ve yerine Heisenberg’in atom fiziği çalışmalarından
elde ettiği sonuçlarla desteklenen, Ayzenştayn’ın görecelik kuramına
dayalı bir evren anlayışının geçtiği düşünülürse, Bunuel’le, sanat ve
sanatçıyla birlikte bilimin de rastlantının yanında cephe aldığı rahatlıkla söylenebilir.
 
Belirlenimciliğe dayanan evren ve insan anlayışının temel ilkesi nedenselliktir.
Bu ilke, aynı nedenlerin aynı koşullar altında zorunlu olarak aynı sonuçları
doğuracağını söyler. Belirlenimcilik, nedensellik ilkesinden kaynaklanan "zorunluluk”
la temellenir ve belirlenimci bir evrende zaman ve mekân da birbirinden
bağımsız, ayrı olgular, gerçeklikler olarak kabul görür. Oysa bilimin kanıtlarıyla
desteklenen yeni evren anlayışının temelinde zorunluluk değil "olumsallık” yer
alır. Benzer şekilde belirlenimci evren anlayışında zaman düz çizgisel bir gelişim
gösterirken, olumsallığa dayanan bir evrende zaman ve mekân birbirinden bağımsız
olgular olarak görülmediği için zamanın düz çizgisel akışı da (dün-bugünyarın,
geçmiş-şimdi-gelecek) kırılacak ve yerini tüm zamanların iç içe geçerek
geliştiği bir eşzamanlılığa bırakacaktır.
 
Karşılaşma’yı anlamamıza ve çözümlememize yardımcı olması beklenen tüm
bu kavramların; yani düz çizgisel zaman, ölüm, yazgı, rastlantı, zorunluluk, olumsallık,
eşzamanlılık gibi kavramların kimsenin durup dururken düşüneceği ya da
sorgulayacağı şeyler olmadığı söylenebilir.
 
Bu kavramların sorgulanmaya başlanması için "sınır durum”larla karşılaşmak
gerekir ki, Mahmut ve Sinan’ın karşılaşması, tanışmaları da her ikisinin aynı
sınır durumu yaşadığı ve aşmaya çalıştığı bir zamanda gerçekleşir. Bir varoluş filozofu
olan Karl Jaspers’ın "sınır durum” olarak kavramlaştırdığı şey, insanı herhangi
bir olgunun sınırına, uç noktasına kadar götüren ve bir anlamda
yabancılaşmasına neden olan durumlar, yaşantılardır: Tinsel acı, ölüm, kaygı ve
korku, ayrılık gibi durumlar sınır durumlardır ve bu durumların bilgisine ancak
yaşayarak ulaşılabilir. Başka bir deyişle, sınır durumların bilgisi soyut değildir
ve yalnızca somut yaşam deneyimlerinden devşirilebilen bir bilgi türüdür. Jaspers’ın
sınrı durumlar olarak ifade ettiği düşüncenin bir benzeri, Jacques Derrida’nın
"aporia” (sınır deneyimi, açmaz, olanaksızlık) kavramıdır ve sanatın
işlevi, ne işe yaradığı sorusu aporia düşüncesiyle açıklanır. Sanat, daha doğrusu
sanat deneyimi bir sınır deneyimidir.
 
Bu açıdan bakıldığında, Mahmut ve Sinan, her ikisi de kanser hastasıdır ve
ölüm ile yaşam arasındaki ince çizgi üzerinde, belki de en zorlu "sınır durum”un
ya da "sınır deneyimi”nin içindedirler. Mahmut kendi sınır durumundan, bu duruma
neden olan ölüme başkaldırarak çıkmak isteyecektir. Bu amaçla önce
Sinan’dan, sonra oğlundan kendisini öldürmesini ister. Mahmut’un bu davranışı
ilk bakışta anlamsız ya da saçma olarak görülebilir. Neden intihar etmeyi değil
de bir başkasından kendisini öldürmesini ister? İntihardan korktuğu, yapamayacağını
düşündüğü için mi? Mahmut’un ikilemi tam olarak anlaşılmadan bu sorulara
yanıt vermek kolay değildir.
 
"Kendimi sevmiyorum, insan sevdiği kişiyi öldürür, ben kendimi sevmiyorum
ki…” diyen Mahmut’tur. Öyleyse, onun kendisini sevmediği için, suçluluk
duyduğu için, bir başkasının elinden ölmeyi istediği düşünülebilir. Mahmut’un
suçluluk duymasının nedeni, yine onun kendi deyişiyle "yamuk”luğudur. Meyhanede
Sinan’la birlikte içerlerken yamukluğun ne anlama geldiğini de, neden
yamuk olduğunu da açıklar Mahmut: Yamukluk, kişinin olduğu gibi görünmemesidir,
rol yapmasıdır; tüm bir yaşamını sahte, yapay bir benlik tasarımıyla biçimlendirmesidir.
Özetle, yamukluk, kişinin sahte bir benlik sahibi olması ve bu
sahteliğin bilinciyle yaşamayı içine sindirebilmesidir. Ama Mahmut yamuk olduğunu
bilmesine rağmen bu yamukluğu içine sindirmekte zorlanır. Eğer tetiği kendi
elleriyle çeker ve intihar ederse yamukluğunu ve bu yamukluktan kaynaklanan
suçluluğunu kabullenmiş olacaktır. Fakat intihar etmeyip de hastalığı nedeniyle
ölmeyi beklerse, bu defa da kadere boyun eğmiş, kaderini kabullenmiş olacaktır.
Bu durumda tek çıkar yol kalır: Ecel olmayan bir ölüm tezgâhlamak! Silahını bir
başkasına uzatıp "al, şu tetiği çek” demek… Bu tavır, Mahmut’un hem kadere
(hastalığın neden olacağı ölüm) hem de yamukluğuna başkaldırı olarak anlamlıdır,
hatta bir taşla iki kuş vurmak demektir.
 
Film boyunca farklı bağlamlarda farklı anlamlar içeren "karşılaşma”ların
en önemlilerinden birisi kişinin kendi dışındaki bir şeyle değil fakat kendisiyle
çok geç karşılaşması ve böylesi bir gecikmenin verdiği dayanılmaz suçluluk duygusudur.
Kendisiyle yüzleşmekten kaçan, dolayısıyla kendisiyle vakit artık çok
geç iken karşılaşan ise yine Mahmut’tur. Kanser hastalarının birlikte tedavi gördükleri
seanslardan birinde hastalardan birinin anlattığı masal hem filmin çözümlenmesinde
anahtar işleve sahiptir hem de Mahmut’un neden kendisiyle
karşılaşmaya geciktiğine bir açıklama getirebilir. Masal şöyledir: "Adam kasabasına
dönecek, ailesinin yanına. Otobüs beklerken sek sek oynayan rüya kadar
güzel bir kız çocuğu görüyor. Ve zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyor. Neden sonra
saatinin durduğunu anlıyor. Bir başka otobüse biniyor ve bir başka yerde iniyor.
Orada kendisine yeni bir aile buluyor ve mutlu bir şekilde yaşamını sürdürmeye
devam ediyor.”
 
Mahmut bu masalı öteki hastalarla birlikte tedavi gördükleri odada ilk dinlediğinde
saçma bulduğunu söyler ve güler geçer. Fakat aynı masalı, filmin sonunda
"mutluluk nedir” diye soran oğluna bu kez kendisi şöyle anlatacaktır:
"Hep varmak istediğin yere doğru gidersin. Orada aradığım şey var mı diye düşünürsün
bir yandan. Bir yere varırsın ama oranın varmak istediğin yer olup olmadığını
bilmezsin. Aradığın şeyin ne olduğunu unutmuşsundur zaten. Vardığın
yerde bulduğunla yetinirsin. Kimileri buna kader der. Aptallar ise mutluluk.”
 
Hastanın anlattığı masal ile Mahmut’un "mutluluk nedir” sorusuna verdiği
bu yanıt ilk bakışta birbirine çok benzer, neredeyse masalın tekrarı gibi görünür,
ama değildir. Mahmut’un yanıtında, Erich Fromm’un "çağdaş insanın ahlak sorunu”
olarak nitelendirdiği sorun bulunur ki, Fromm bu sorunu şu şekilde ifade
eder: "Bizim ahlak sorunumuz, insanın kendisini kendi dışındaki amaçların aracı
yapmasıdır” Sorun, kişinin kendi yaşamının öznesi olmayı beceremeyip, araca
dönüşmesi, nesneleşmesi, kısaca "yabancılaşma” sorunudur. Yabancılaşma, olumsuz
anlamıyla, kişinin yaşaması sırasında kendisine ölçüt aldığı normların, amaçların,
değerlerin içinde kendisini, kendi düşüncelerini, isteklerini, hedeflerini
değil, kendisine dışarıdan dayatılanları gerçekleştirmesidir. Bu açıdan bakıldığında,
dışarıdan dayatılan şeylere göre biçimlenmiş, yönlendirilmiş bir yaşam
gerçekten yaşanmış değil, yabancılaşma içinde tüketilmiş bir ömür demektir. Peki,
nedir bu dayatmalar diye sorulacak olursa, bu soruya verilecek en kestirme yanıtlardan
biri ve öncelikli olanı genellikle en yüksek değişim değeri olan şeylere
ulaşma arzusudur denebilir. Para kazanmak, sempati toplamak, kariyer sahibi
olmak, güçlü olmak vb.dir. Mahmut’un severek evlendiği eşini terk etmesinin,
hem de eşi hamileyken, çocuğu doğmak üzereyken terk etmesinin nedeni zengin
ve güçlü olmaktır. Bu amaçla yasal olmayan, kirli işlere bulaşır ve zaman içerisinde
arzu ettiği güce, otoriteye, zenginliğe kavuşur. Sahibi olduğu kumarhanede
her şeyin yönetimi, denetimi kendi elindedir. İnsanların kazanmak için oynadığı
bu kumarhanede hiç kaybetmeden kazanan, kimin kaybedip kimin kazanacağına
karar veren kendisidir. Ancak Mahmut mutlu değildir. Kendi kendine "Aradığım
şey bu muydu? Gerçekten bunu mu aramıştım?” diye sorduğunda verdiği yanıt
"hayır”dır. Hayır der, çünkü şimdi bulduğu ve yetinmek zorunda olduğu şey hasta,
ölmek üzere olan, mutsuz ve yaşlı bir adamdır. Bir yere varmıştır varmasına ama
bu vardığı yerin gerçekten istediği yer olup olmadığından emin değildir artık.
Şimdi vardığı yerden sorduğu soru şudur: "Benim hayattan beklediğim şey bu
muydu? Aslında aradığım şeyin ne olduğunu unutalı ne kadar zaman oldu? Neyi
kaçırdım?” Mahmut’un tüm bu sorulara verdiği yanıtlar hep bir pişmanlığı dile
getirir. Öte yandan vardığı yerde bulduğuyla yetinecek ve buna mutluluk diyecek
kadar aptal olmadığının da farkındadır. Çünkü vardığı yerde bulduğu Mahmut,
kendisini sevmeyen, kendisini sevmediği için yok etmeye, öldürmeye yeltenen,
kendisine değer vermeyen bir insandır. Dahası buna kader de diyemez. Eşini, çocuğunu
bir amaç uğruna terk eden, ailesinden kendi iradesiyle vazgeçen odur.
Tüm bunların bilincinde olduğu içindir ki, bir çelişki gibi gözükse de Mahmut
artık "bilge” bir insandır çünkü geç de olsa nerede ve nasıl yanlış yaptığının farkındadır.
Bu farkındalığın, bunları anlamış olmanın, idrak edebilmenin bir bakıma
"bilgelik” olduğu söylenebilir. Kadehini sağlığa değil ölüme kaldıracak
kadar bilge, olgun bir kişiliktir, çünkü ölümün de doğum gibi yaşam adı verilen
bütünün doğal bir parçası olduğunu anlamıştır.
 
Mahmut’un yaşamı masalın olumsuz anlamını içerir. Yeniden tedavi odasındaki
hastanın anlattığı masala döner ve bu kez masalı olumlu anlamıyla okumaya
çalışırsak neler söyleyebiliriz? Askerlik dönüşü, kasabasına dönmek için otobüs
bekleyen genç beklediği otobüsü kaçırıyor ve başka bir otobüse binerek bilmediği
bir yere gidiyor, tanımadığı insanların arasına karışıyor fakat burada kendisini
evindeymiş gibi mutlu hissediyor. Eğer o sek sek oynayan rüya kadar güzel kız
çocuğunu görmeseydi ve gördüğü, karşılaştığı o güzelliğe dalıp gitmeseydi binmesi
gereken otobüsü kaçırmayacaktı. Bu karşılaşmayla birlikte o genç öznel zamana
adım attı, kendisine dışarıdan dayatılanı değil (binmesi gereken otobüse
binerek ailesinin yanına dönmesi) kendi isteğiyle bilmediği bir yere gitmeyi seçti.
Bu kendi seçimi, kendi kararı olduğu için de gittiği yerde mutluluğu yakalamayı
başardı.
 
Masal bu olumlu anlamıyla okunuşundan çıkan sonuç yazgının çağdaş düşüncedeki
tanımını da verecektir. Bu tanıma göre yazgı, kişinin özgür iradesinin
sonucu olan düşünce, davranış ve eylemlerinden başka bir şey değildir ve iradenin
özgürlüğü kişinin taşıması gereken sorumluluğu da içerdiği için önemlidir.
İnsan hayatının belirlenmiş olduğuna inanmak davranışların sorumluluğunu taşıma
yükünden kişiyi kurtaracağı için rahatlatıcıdır. Oysa hayatın belirlenmemiş
olduğunu düşünen bir kişi tüm davranışlarının, tüm eylemlerinin sorumluluğunu
taşımak zorunda olacağını da bilecektir. Bu nedenledir ki, insanın özgürlüğü ya
da özgür iradesi bu özgürlükten kaynaklanan ve taşınması gereken sorumluluk
hep bir arada düşünülmelidir. Karşılaşma’nın gündeme getirdiği önemli sorunlardan
biri de tam bu noktada ortaya çıkacaktır. Yazgının çağdaş düşüncedeki bu
tanımı her şeyi açıklamaya yeter mi? Film bu soruya açık bir yanıt vermez ama
Mahmut’un Sinan’ı kumarhanesine çağırdığı sahnede sorunun kendisinin yanıttan
daha önemli olduğunu duyurmayı da başarır. Bu sahnede Mahmut bir iskambil
destesini eline alır, kâğıtları karar ve masaya sererek Sinan’dan bir kâğıt çekmesini
ister. Sinan’ın seçeceği kâğıt kupa asıdır ve Mahmut onun hangi kâğıdı çektiğini
bilir. Bu tabii ki basit bir oyun hilesidir. Fakat filmi bütünlüğü içinde
değerlendirdiğimizde bu sahne ile asıl sorulan şeyin şu olduğu düşünülebilir: Yaşamdaki
seçimlerimiz, özgür irademizi kullanarak yaptığımız seçimler gerçekten
bizim seçimlerimiz mi? Yoksa yaşam da bir oyun ve bu oyunda kartları dağıtan,
neyi seçersek seçelim, seçeceğimizin ne olacağını önceden bilen gizli bir el var
mı? Yaşam da içinde hile olan bir oyun olabilir mi? O gizli el Tanrı’nın ya da
başka herhangi aşkın bir gücün eli olabilir mi? Bunlar yanıtı olmayan sorulardır
fakat yinelemek gerekirse bazen yanıttan çok sorudur, sorunun kendisidir önemli
olan.
 
Karşılaşma’da Osman karakteri de kişini özgür iradesi ve bu iradeyi nasıl
kullandığı bağlamında değerlendirilebilir. Mahmut’un oğlu olan Osman, kendi
filmini çekmek isteyen, kendi yazgısını kendi belirlemek isteyen bir genç olarak
çıkar karşımıza. Mutluluk nedir? sorusunu filmdeki öteki tüm karakterlere birer
birer soran da yine bu gençtir. Osman mutluluğu içinde yaşadığı adanın yüzölçümü
ile sınırlı olarak tanımlar. Kuşkusuz, onun bu tanımında ada bir eğretileme
olarak anlamlandırılabilir. Bu şekilde yani bir eğretileme olarak anlamlandırıldığında,
adanın kendi içine kapalı olması, dıştan müdahalelere kapalı olması ve
sınırlarının belli oluşu ile Osman’ın tanımladığı ve aradığı mutluluk arasında bir
benzerlik kurulabilir. Osman için ada, ya da Osman’ın adası babasızlıktır. Doğduğu
günden bu yaşına gelinceye kadar baba sevgisinden mahrum olarak büyümekten
kaynaklanan ezikliktir. Dolayısıyla, Mahmut’un adası bir yandan
kendisine piç denilmesine duyduğu öfke, öbür yandan baba özlemi, sıcaklığı, güvenlik
arayışıdır. Baba sevgisinden mahrum oluşu ve güven duygusundan uzak
oluşu, Osman’ın sınırlarını değiştirmeye gücünün yetmediği adasıdır. Osman işte
bu adanın dışına çıkmak, kendisine yazgı olarak sunulanı değiştirmek, aşmak ve
böylece belirlenmişlikten, sınırlanmışlıktan kurtulmak ister. Çekmeyi istediği ve
yönetmeni olduğunu iddia ettiği film, bu isteğin dışavurumu olarak okunabilir.
 
Osman’ın annesine (Aslı) yönelttiği mutluluk nedir sorusu ve annesinin bu
soruya verdiği yanıt bu bağlamda önemli olarak görülebilir. Aslı’nın yanıtı şöyledir:
"Benim için bilmece gibi bir şey bu. Denizin üstünde batan güneş mi yoksa
mutluluk mu? Güzel bir şarkı gerçekten yalnızca bir şarkı mı? Yeni doğan güneş
aynı güneş mi? Ya da söylenen şarkı aynı şarkı mı? Bilmiyorum. Ama benim için
sen bilmece değilsin. Benim için mutluluk sensin.”
 
Aslı’nın mutluluk nedir sorusuna verdiği bu yanıt, daha doğrusu soruya yine
soruyla verdiği karşılıklar öznelliğin ve zamanı algılayışımızın ifadesi olarak yorumlanabilir.
Yeryüzündeki hiçbir şeyin anlamı olmayabilir; güneşin batışı yalnızca
bir doğa olayıdır ama bu doğa olayını güzel olarak niteleyip, mutluluk
duygusuyla anlamlandıran insandır. Benzer şekilde, bir şarkı yalnızca seslerden
ibaret bir nesne olarak da algılanabilir, bu tür bir algılamanın ötesine de geçilebilir.
Aslı’nın bu sözleri, Husserl’in "benden çıkan bir dünyaya sahibim” şeklinde
dile getirdiği öznelliği çağrıştırır. Anlam nesnel dünyanın kendisinde değil, bu
dünyaya yönelen "ben”dedir. Gerçek nesnelde değil, bilincin (öznenin) konusuna
yönelttiği anlamdadır. Öte yandan belki de bu öznellik nesnellik ve buna bağlı
olarak anlam-anlamsızlık sorunundan daha önemli olan şey hiçbir olgunun tekrarının
olmadığı, olamayacağıdır. Bu Fransız filozofu Bergson’un yaşamda, dolayısıyla
somutun alanında tekerrürün asla mümkün olmadığını dile getiren
görüşünü çağrıştırır. Tekerrür ancak düşüncede, dolayısıyla soyutun alanında
mümkündür. Somut yaşamda ise her olgu yalnızca bir defalıktır ve hiçbir şeyin
aynı olarak tekrarı söz konusu değildir. Bu nedenle yeni doğan güneş aynı güneş,
söylenen şarkı aynı şarkı değildir. Bir başka deyişle yaşam, eşsiz, biricik ve asla
tekrarı olmayan anlar demektir ve bu nedenle her bir an, yaşamın her bir anı çok
önemlidir ve ıskalanmamalı, hakkı verilerek yaşanmaya çalışılmalıdır. Bu bilince
ise ancak ölüm düşüncesiyle yüzleşerek ulaşılabilir.
 
Fakat belki de bütün bunlar birer soyutlamadır, bilmece gibi şeylerdir ve
belki de bu bilmecenin yanıtı yoktur. Oysa Aslı için kesinlikle bilmece olmayan,
somut olarak çok iyi bildiği bir başka şey daha vardır ki o da oğluna karşı duyduğu
"sevgi”dir. Böylece Karşılaşma mutluluk nedir sorusunun insan için olanaklı tek
somut karşılığının "sevgi” olduğunu duyurur. Burada "sevgi” yalnızca annenin
çocuğuna karşı duyduğu sevgi olarak görülmeyip insanın kendisine ve insanın
insana karşı duyduğu sevgi olarak da yorumlanırsa filmin olumlu iletisini bulmanın
zor olmadığı söylenebilir.
 
Ölüm yazgıdır, mutlak yaptırım gücüdür ve bu güç karşısında, bu kaçınılmaz
son karşısında insan çaresizdir. Fakat en az ölüm kadar mutlak yaptırım gücüne
sahip bir başka şey daha vardır ki, işte o şeyin adı "sevgi”dir. Bu gücü kullanmak,
bu güce erişmek ise insanın kendi elindedir, yani onun "özgür irade”sine bırakılmıştır.
İnsan yazgısını sevgiyle yoğurup, biçimlendirebilir ki güzel olan, mutluluk
kaynağı olan da budur. Nihayet, filmin son sahnesinde Sinan’ın kendisine
"git” diyen kadına, Aslı’ya döndüren şey de sevgidir, ona karşı duyduğu aşktır ve
bu şekilde okunduğunda filmin mutlu sonla bittiği düşünülebilir.
 
Sonuç olarak Karşılaşma’nın insan ve insana ait değerler üzerine verdiği
iletileri şöyle özetleyebiliriz: Yamuk olmayalım. Yamuk olmak, Mahmut’un deyimiyle,
kişinin kendi olmamasıdır. Kendimizi tanımaya çalışalım; sınırlarımızı, sınırlılıklarımızı
bilelim. Yaşamdaki isteklerimizi, hedeflerimizi, değerlerimizi
belirleyen biz olalım. Kendimizi kendi dışımızdaki amaçların aracı yaparak hayata
ve kendimize karşı yabancılaşmayalım. Mekanik bir zamanın ve buna bağlı
olarak mekanik, duygusuz, fazla akılcı bir yaşamın tutsağı olmayalım. Kendimizi
rastlantılara, karşılaşmalara açık tutmaktan korkmayalım. Her an ölebiliriz. Ölüm
düşüncesi aklımızın bir yerinde hep dursun çünkü bu düşünce yaşamdaki her
anın eşsiz, biricik olduğunun farkına varmamızı sağlayacaktır. Neyin yazgı, neyin
rastlantı olduğunu bilmesek de sevginin mutlak yaptırım gücü olduğunu, olabileceğini
bilelim.
 
Karşılaşma’nın yukarıda özetlenen olumlu iletileri içeren bir film olmasının
yanı sıra sinemamız için "yeni” olduğu, bir "yenilik” taşıdığı da söylenebilir ki
bu yenilik, yazgı kavramını ele alışıdır. Daha önce sinemamızda hemen her zaman
"kahpe” olarak nitelendirilen kader, yani "kahpe kader” ve bu kahpe kaderin ağlarına
düşen "kader kurbanları” varken, bu filmle birlikte kader aksiyonu oluşturan
ya da aksiyona neden olan bir öğe olmaktan çıkmış, bir kavram olarak
sorgulanmaya çalışılmıştır. Söz konusu bu sorgulama sırasında yazgıya bağlı olarak,
rastlantının ne olduğu, bireyin özgür iradesi ve seçimleri, mutluluk arayışı,
yabancılaşma gibi kavramlar da tartışamaya açılmış, sorgulamanın içine çekilmiştir.
Tüm bunlar bir araya geldiğinde, sonuç olarak Karşılaşma’nın yalnızca
"başarılı” bir film olmakla kalmayıp aynı zamanda "değerli” bir film olduğu ve
Türk sinemasını bir adım ileriye götürdüğü söylenebilir. Karşılaşma, Ömer
Kavur’un gerçeği, yani kendisini arayışı ve yaşama felsefesi yolunda atılmış öncü
bir adımdır ve belki de en önemlisi, genç yönetmenlerin, sinemacıların kendi gerçeklerini
aramaya cesaret edebilmeleri için bir davettir. Bu daveti değerli kılan
ise, yolun sonu ya da varılacak, bulunacak yer değil, yolun-yolculuğun, arayışın
ta kendisidir.


“1721, EİS TEN POLİN”  Cemil Okyay     92
TEN VE DIŞ  Taner Gülen    92