Çizgiler

Kuyulu kâbusu gördüğüm gecenin sabahında Berin yengeye gitmeye karar verdim. Annem çok sevindi.

– Yaşlı kadın. Ne zamandır o da seni soruyordu. Tülin de mutlu olur seni görünce.

Tülin’in hâlâ Berin yengeyle yaşadığından haberim yoktu. Aklıma yine rüyam geldi. Kuyulu kâbus tam bir rüya sayılmaz. Geçmişte yaşadığım bir olay. Yedi sekiz yaşlarındaydım. Kilyos’a plaja gitmiştik. Annem, dedem, Berin yenge, Mansur amca, Tülin. Başkaları da vardı belki hatırlamıyorum. Plaj kalabalıktı. Kuma şemsiyelerini dikmiş aileler, tişörtleri ve etekleriyle suya girmiş kızlar, sırtüstü yatan babalarını kuma gömen oğlanlar, kuruyemiş, simit, su tablalarıyla aramızda dolanan seyyar satıcılar ince uzun plajı boydan boya doldurmuştu.

Annem suyun yüzeyindeki mazot lekesini görünce benim denize girmeme izin vermedi. Oysa bu denizi çok severdim. Derinleşmezdi hiç. Giderdin, giderdin, su beline bile yetişmezdi. Ayrıca alacalı bulacalı mazot lekesine parmağımı daldırmak istiyordum.

Dedem söylendi.

Balıkçı takaları mazotu boşaltıveriyorlar. Rezalet efendim.

Mazot denizin dibindeki bir çatlaktan sızıyor da olabilir.

Berin yenge bu sözleri ancak benim duyacağım kadar alçak sesle mırıldanmıştı.

Ayağımı yere vurup bağırınca annem "Mayonu giy, kumda oynarsın. Yeterince kazarsanız su çıkar hem. Tülin de gelsin, beraber kazın,” diye kestirip attı. Tülin’e baktım. Kat kat pembe eteği ve şişe dibi gözlükleriyle Berin yengenin havlusunun üzerinde tek başına oturuyordu. İsmini duyunca hemen kalktı, geldi, yanı başıma çöktü. Bir şeyler söyledi. Başımı kaldırmadım. Plastik sarı küreğimi alırsa saldırmak üzere gözlerimi kaba saba ellerinden ayırmadan bekledim. O gün de soğan kokuyordu. Berin yengelere akşam çayına gittiğimiz zamanlarda da beni Tülin ile oynamaya arka odalara yolladıklarında böyle kokardı. Midem bulandı. Annem çantasından kremalı bisküvi çıkartıp Tülin’e uzattı. O arada bana da "çok ayıp” bakışını attı.

Çok ayıp Nehir. Tülin, Berin yengenle Mansur amcanın evladı sayılır.

Hayır, sayılmaz işte. Sayılsa, sayılır demezdin. Hem on beş yaşında kız o yaşlı insanların çocuğu nasıl olabilir? Mansur amca dedemin kardeşi değil mi? Dedem yaşında adam. Bunları hesap edecek yaşta değildim o zamanlar ama

Tülin’in benim akrabam, akranım, dengim olmadığını sezerdim. Yine de o gün merakım ağır bastı. Tülin’in kalın kemikli parmaklarıyla kazdığı çukura ben de küreğimle daldım. Bir süre sonra gerçekten de annemin dediği gibi kumun altından su çıktı.

Bu yana bir tane daha kazalım, dedi Tülin. İki çukuru alttan birleştirirsek dipten su birinden diğerine akar.

Bu sefer daha derin kazalım. Belki mazot da çıkar.

Deniz tarafından bağrışmalar geldiği sırada biz Tülin’le kaptırmış, beşinci çukurumuzu kazıyorduk. Kanallarla birbirine bağlanmış küçük bir kumdan kenti inşa etmiştik. Yanımda getirdiğim oyuncak gemimi sularında yüzdürüyorduk. Ben gemiyi bir çukurdan yolluyordum, Tülin diğerinden alıyordu. Alttan ellerimiz birbirine dokunuyordu.

Yetişin! Adam boğuluyor, adam boğuluyor. Yetişin. Doktor var mı? Doktor?
Cankurtaran var mı?

Denize koşan insanlar kumdan kanal kentimizin üzerinden geçip su bentlerimizi bir anda yerle bir ettiler. Ağlamaya başladım. Kimse benimle ilgilenmedi. O zaman gördüm. Annem, Berin yenge, dedem hepsi kıyıya koşmuştu. Bizim şemsiyenin altında Tülin’le bir başımıza kalmıştık.

Korkma, dedi Tülin. O da ayağa kalmıştı. Gözümün tam önündeki kalın, beyaz ayak bileklerinin derisine batmış kılları gördüm. Midem bulantım geri geldi.

Ah! Olamaz. Mansur Bey!

Tülin de denize koştu. Ben de peşinden. Bir grup adam denizden kıyıya birini taşıyordu. Adamın eski moda mayosundan, pörsük göbeğinden, kafasına yapışmış seyrek saçlarından sular damlıyordu. Kalabalıkta annemi bulup bacaklarına sarıldım. Elleriyle gözlerimi kapattı. Sonra olanları görmedim.

Mansur amca boğulmadı. Kurtuldu. Akşam annem sofrada babama anlatırken duydum. Kuyuya düşmüştü.

Ne kuyusu? Nasıl kuyu baba?

O plaj tehlikelidir kızım. Derinleşmez sanırsın ama girdaplı kuyuları vardır. İnsanı yutar. Her yaz onlarca yüzme bilmeyen insan o plajda boğulur. Şükür, Mansur Amca’yı bir gören olmuş da kurtarmışlar.


Kuyulu kâbusumda yine o sabah. Her şey aynı. Tülin’in kat kat eteği, denizdeki mazot lekesi, kumdan kanallarımız… Kumun derimin tabanlarını yakan sıcağı, bağrışlar. Ama rüyamda Mansur Amca kurtulmuyor. Kuyu onu yutuyor. Kalabalık, mayolu ıslak adamların sudan çıkardığı vücut mosmor. Mayosunun belinde deri kemeri var. Gözleri açık ve beyaz. Benim gözlerimi örtecek kimse yok, Mansur Amca’nın çıplak cesedinden gözlerimi ayıramıyorum.

Çocukken bu kâbusu sık sık görürdüm. Son yıllarda, rüyasız derin uykular uyumaya başladığımdan mıdır nedir, seyrekleşti.

Asansör beklerken annem dairenin aralık kapısından başını çıkardı:

Nehirciğim Berin yengenin, Tülin’in yanında evlatlık, besleme gibi sözler etmezsin değil mi? Onlar bizim çok yakınlarımız. Tülin, Berin yengenin öz evladı sayılır. Bunca yıldır yanında.

Of, anne!

Berin yengenin evine ben çocukken çok giderdik ama yerine hiç dikkat etmemişim. Dedem öldükten sonra ziyaretlerimiz kesildi. Ev, yıkılıp yeniden yapılmak üzere panolarla ana caddeden ayrılmış bir mahallede, beş katlı eski bir apartmanın en üst katındaydı. Binaya girerken, ön cephesine kazınmış İtalyan mimarın ismini okudum. Sokak kapısı açıktı. İttim girdim. Bir yerden fön sesi geliyordu. Otomatik bozulmuş. Giriş kapısının üzerindeki altıgen camdan içeri, yerdeki mozaikleri aydınlatacak kadar gün ışığı giriyordu. Üzerleri basıla basıla kirlenmiş, renkleri silinmeye yüz tutmuştu ama bir zamanlar kırmızılı, mavili, beyazlı pek hoş mozaikler olduğu kesindi. Telli kapaklı asansöre bakmadım bile. Katlar arasındaki aydınlıktan sızan loş ışıkta, uçları aşağı bakan, lekeli mermer merdivenlerden yukarı tırmanmaya başladım. Birinci kattaki mozaiklerin üzeri kahverengi karolarla kaplanmıştı. Kapısı aralık daire kuafördü. İçeride, başının tepesi kel, favorileri uzun kuaför bol makyajlı bir kadının oksijen sarısı saçlarına dip boya yapıyordu. Epoksi zeminin üzerinde saç kesikleri ve sigara izmaritleri birbirine karışmıştı. Benim kapıda durduğumu görünce sigara tutan elini sallayarak beni içeri buyur etti. Merdivene koştum. Üst kattaki dairenin önündeki, arkası basılmış ayakkabı yığınlarına takılıp düşüyordum az daha.

Beşinci kata varınca, çatıdaki camdan içeri ışık yağdı. Mozaikler ilk günkü azametleriyle ayağımın altında belirdi. Kapının önündeki bitkiler gür ve canlıydı. Kapıyı Tülin açtı. Bir an şaşaladım. Şişe dibi gözlüklerini çıkartmıştı. Unlu beyaz ellerini çabucak önlüğüne sildi, beni içeri çekti. Kapıyı örtüp kilitledi.

Nehirciğim hoş geldin. Gel buyur. Hayır, çıkartma ayakkabılarını lütfen. Rahat geldin mi? Ürkmedin değil mi mahalleden? Geç, şöyle salona. Berin hanım seni bekliyor sabahtan beri. Ben de hemen çayını getireyim. Senin için bir milföy pasta yaptım. Severdin diye hatırlıyorum, doğru mu?

Tülin hem konuşuyor hem de beni loş koridorda, dairenin arka tarafındaki salona doğru yönlendiriyordu. Bir koridor boyunca dizilmiş ne çok oda vardı. Bu odaların bazılarında Tülin’le oynardık. Hayal meyal içinde kat kat tüllerin, topuklu terliklerin, kadifelerin, şifonların bulunduğu bir sandık hatırlıyorum. Tülin’in sık sık mutfağa gidip gelmesi gerekirdi. O, Berin yengenin misafirlere servis edeceği tepsiyi hazırlarken ben sandıkta bulduğum kıyafetleri, ince topukları giyer, koridorda bir aşağı bir yukarı yürürdüm.

Berin yengeyi salonda, altın varaklı, ayaklı aynanın önünde bulduk. Aynaya girecek kadar yaklaşmış, gözlerine kalem çekiyordu. Tülin’e baktım. Gülümsedi. Gözlerinin yeşil olduğunu bilmiyordum. Şişe dibi gözlüklerinden kurtulunca alnının genişliği de ortaya çıkmış. Sol yanağında, neredeyse şakağından başlayıp dudağına kadar inen bir iz vardı. Bıçak kesmiş gibi bir kesik.

"Berin hanımcım, Nehir geldi.”

Berin yenge elinde siyah göz kalemiyle döndü. Ancak o zaman o ince uzun kadının nasıl da küçülmüş, çekmiş olduğunu fark ettim. Berin yenge ben çocukken de yaşlıydı. Veya bana öyle gelirdi. Ama şimdi su götürmez bir biçimde, kupkuru ihtiyar bir kadın olmuştu. Hâlâ inceydi. Hatta öyle inceydi ki iki boyutlu gibi duruyordu. Bir şey söylemeden pencerenin önündeki, kenarları ahşap kakmalı kadife koltuk takımına yürüdü. Kâğıt katlar gibi bedenini büküp oturdu. Peşinden giderken salonun büyüklüğünü de hatırladım. Büfeler, kimisinin üzeri beyaz örtülerle kaplı oturma takımları, yazı masası, kütüphane ve köşedeki piyanoyla salon tam da çocukluğumdan hatırladığım gibi devasa bir mekândı.

Tülin tül perdeleri, sonra pencereyi açtı. İçeri rüzgâr doldu. Uçsuz bucaksız deniz manzarasını görünce afalladım. Kız Kulesi’nden Sarayburnu’na, Haliç’e kadar tüm şehir ayaklarımızın altındaydı. Arkada, Adalar ve Kalamış marinadan yola çıkmış yelkenliler benek benek görünüyordu. Güneş denizin yüzeyini şöyle bir okşuyor, okşadığı yere ışıltısını bırakıyordu.

İster istemez aklım miras meselesine gitti. Berin yengenin hukuki varisleri biz miyiz? Çocukları olmadığına göre bu ev bize mi kalacak, yoksa Tülin’e mi? Bu daire satsan kim bilir kaç para eder? Buralar birkaç yıla nasıl değerlenecek! Bunları düşündüğüm için kendimden utandım. Tülin’e baktım. Aklımdan geçenleri anladı mı acaba? Orta sehpaya kenarları altın işli minik pasta tabaklarını yerleştirirken neşeyle konuşuyordu.

– Nehirciğim, bu elmalı milföy tatlısı tarifini internette buldum. İnan ben de ilk defa deniyorum. İnşallah seversin. Her bir katmanın altına tarçınlı elma püresi sürdüm. Çayına şeker alır mısın? Tuzlu ne yapayım diye uzun uzun düşündüm. Sonra dedim ki kendi kendime, stres yapmaya ne gerek var Tülin. Bizim Nehir bu. Aşağıdaki fırında her sabah taze krikkrak çıkıyor. Susamlı. Ondan aldım. Bir tat bak, bayılacaksın. Ağzında dağılıyor. Fırıncı elli senedir bu mahallede yaşıyor. Simitlerini odun fırınında pişiriyor. Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesi’nin girişinde bir simitçi çocuk var ya… Hiç ondan simit yedin mi? A, bir daha geçişte simitinden bir tane al ye mutlaka. O çocuk işte bizim bu fırıncı amcanın yeğenidir. Öteki satıcıların simiti kule gibi durur, o çocuğunki sabah on dedi mi biter. Unutma ama, bak, bir daha oradan geçerken…

Berin yenge dimdik oturduğu koltuğunda, pencereden dışarı bakıyordu. Henüz bana tek kelime bile etmemişti. Beni tanıdığına bile emin değildim. Bunamış olmasın? Annem telefon edip benim ziyarete geleceğimi söylediğinde Tülin’le konuşmuştu.

Birden ayaklı, altın varaklı aynanın arkasından bir kedi çıktı. Koca kafalı, kısa kuyruklu bir tekirdi. Ayakkabılarımı kokladı. Başını okşamak üzere elimi uzatınca kaçtı. Kaçarken gözü aynadaki aksine takıldı. Merakla yaklaştı. Sonra bir sıçrayışta aynanın arkasına geçip, oradaki kediyi arandı, durdu.

Üç yaşına geldi, hâlâ aynadakinin kendisi olduğunu anlamıyor.

Berin yengenin sesi pürüzlüydü. Ses tellerinin akorda ihtiyacı vardı. Tülin çayları getirdi. Krikkrakları ve kat kat milföy pastayı önüme koydu. Midemin o eski bulantısı geri gelir gibi oldu. Tülin, Berin yengeye gümüş bir tepsi içinde Türk kahvesini servis etti. Sonra karşıma geçip bacak bacak üstüne attı. Şişmanlamış. Kısa kollu elbisesinden çıkan kolları şimdiden sarkmıştı. Saçları kırlaşmış. Benden topu topu on yaş büyük olmalıydı. Bırakmış kendini.

Kulağıma salonun bir yerlerinde çalan müzik çalındı.

Makam Ferahfeza değil mi bu?

Berin yenge başını musikinin ahengine uygun bir biçimde salladı.

Dedem de çok dinlerdi. Oradan hatırlıyorum.

Sesim şaşkın çıkmıştı. Nasıl hatırladığıma hayret etmiştim. Berin yenge nihayet başını benden yana çevirdi.

Senin deden pek efendi adamdı.

Devam etsin diye başımı salladım. O sustu. Olsun. Berin yenge benim kim olduğumu biliyor ya. Bir katman endişe üzerimden kalktı. Tülin parmaklarındaki pudra şekerini yalarken atıldı.

Ay evet, Lütfi Bey, nur içinde yatsın. Ne kibar ne centilmendi. Allah rahmet eylesin.

Berin yenge kemikleri yamulmuş parmaklarıyla kahve fincanını pencerenin pervazına bıraktı. Kucağındaki keten peçeteyi özenle katladı. Yaşlı kadının sessizliğinden huzursuz oluyordum. Laf olsun diye sordum:

Berin yenge, şey, ben… Bana dedemle, ninemle ilgili bir şeyler anlatır mısınız? Onların gençliklerini en iyi siz biliyorsunuz.

Tülin çayını demiyle beraber kafasına dikti. Sonra orta sehpaya bıraktı.

Tabii tabii Nehirciğim sor. Berin hanımcımda öyle çok hikâyeler var ki, akşama kadar anlatsa bitmez.

Şey, ben acaba Berin yengeyle yalnız konuşabilir miyim?

Bunu neden Tülin’e soruyorum ki? Ne saçmalık! Ev Berin yengenin. Hısım akrabalık bizim aramızda. Sana ne oluyor ki?

Bizim Tülin’le aramızda gizli saklımız yoktur. Yalnızken ne diyeceksem, o bizimleyken de aynı lakırdıyı ederim.

Sessizlik oldu. Tülin elinde krikkrakla Berin yengeye baktı. Berin yenge yaşlı gövdesinden beklenmeyecek bir kıvraklıkla eğilip ayaklarına sürünen kediyi kucağına aldı.

Boğazımı temizledim.

Berin yenge, Tülin bu eve geldiğinde kaç yaşındaydı?

Ağzımdan çıkana ben de şaşırdım. Aklımdaki soru bu değildi ama evet en çok bunu merak ediyordum. Tülin’in hikâyesini. Berin yengenin yetiştirdiği beslemesiyle ilişkisini…

Berin yenge kucağındaki kediyi okşamaya devam etti.

Yedi sekiz yaşlarında bir şeydi.
 
Tülin gülümsedi.

Nereden, nasıl gelmişti? Ailesi ile nasıl tanışmıştınız?

Sorular birbirinin ardı sıra döküldü. Berin yenge rahatsız olmuşa benzemiyordu. Yanıtları kısa ve özdü. Tülin de hatırladığı ayrıntıları ekledi. Ailesi onu Berin yengeye emanet etmişti. Tülin çocukken kardeşlerini özlediğinde bazen ağlardı. Yalnızlık zordu. Sonra alışmıştı. Görgüsünü, bilgisini, terbiyesini, her şeyini Berin yengeye borçluydu. Tülin konuşurken Berin yenge üzgün üzgün başını sallıyordu.

Seni dövmemem gerekirdi. Çocuktun sen o zaman. Tülin güldü.

Ama haklıydınız Berin hanımcım. Sabahları bir türlü vaktinde uyanamıyordum. Dalgınlıktan kaç tencerenin dibi tuttu. Sonra hem inci küpelerinizi çalmıştım, hem de temizliğe gelen kadının kulağında gördüm diye yemin ediyordum. Dayak atmayacaktınız da ne yapacaktınız?

Başka bir ceza düşünmeliydim. Benim de kendi dertlerim vardı o zamanlar. Karşılıklı suçlarını defalarca konuşmuş, o suçların sorumluluğunu almış,    özür dilemiş, bağışlamış insanların içtenliği ve rahatlığıyla konuşuyorlardı. Ben de onların samimi tonundan aldığım cesaretle olsa gerek aklıma o sırada düşmüş
soruyu pat diye soruverdim.

Peki Mansur amca? Onun Tülin’le ilişkisi nasıldı?

Tülin, Berin yengeye baktı. Kedi kaçtı. Aynanın arkasına koştu.

Birden kuyulu kâbusun bir ayrıntısını hatırladım. Her defasında rüyama eşlik eden çizgiler vardı. Berin yengenin mayosu çizgili. İnce. Kırmızı. Rüyamda Mansur amcanın cesedi kumda yatarken Berin yenge havlusundan kalkmıyor, hasır şemsiyenin altında oturmaya devam ediyor. Şemsiyeden kuma düşen gölgeler çizgi çizgi. Ve Berin yengenin sırtı. Omuzları, ensesi, beli deri bir kayışın açtığı ince kızıl çizgilerle kaplı. Çizgi, çizgi, çizgi.

Tülin yüzündeki ize dokundu.

– Mansur’un Tülin’le bir ilişkisi yoktu, dedi Berin yenge. 

Tülin başını salladı.

Bir eli hâlâ yüzündeki yara izindeydi.

Köy Yolundaki Sokak Lambası  Hakan Savlı     89
Okuma Günlüğü / Günlük Okumalar  Eray Canberk    89